HAYALET TİTREŞİM SENDROMU
Teknoloji insanların hayatında büyük kolaylık sağlamış ve günlük işlerimizi kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte günümüzde birçok hastalığın sebebi yine teknolojinin getirdiği dezavantajlardan dolayı olmaktadır. Teknoloji geliştikçe bizi psikolojik ve fiziksel açıdan değişime uğratmaktadır. Bu değişimin getirdiği sorunlardan birisi de hayalet titreşim sendromudur. Bir modern zaman sendromu da diyebiliriz belki buna.
Neredeyse 6. duyu organımız haline gelen cep telefonlarımız bizi yanıltmaya başladı. Kullanımı her geçen gün artan telefonlarımızın çantamızda ve cebimizde titreyerek bildirim habercisi olması yeni bir sendromun hayatımıza girmesine neden oldu. Hayalet uzuv sendromu olarak da tanımlanan bu durum cep telefonlar için yapılan “6. uzuv” benzetmesini haklı çıkarıyor.(trthaber.com)
Hayalet Titreşim Sendromu Neden Olur?
Sinirbilimcilere göre bu hissin asıl sebebi sosyal medya paylaşımlarının beynimizde dopamin adı verilen mutluluk hormonunu arttırması. Elimizden düşürmediğimiz telefonumuza bir süre bildirim gelmemesi, beynimizin bağımlı olduğu bu dopamini alamaması anlamına geliyor. Beklediği sinyali alamayan beyin, psikoza benzer bir durum yaratıyor. Titreşim sesi duyuyormuşsunuz veya titreşimi hissediyormuşsunuz gibi düşünmenize yol açıyor.
Teknoloji devrimi ile hayatlarımıza etki eden pek çok faktör var. Bunlardan birisi, belki de en önemlisi akıllı telefonlar ve internet erişimi. Günlük hayatımızın hemen her anının vazgeçilmezi olan akıllı telefonlar aracılığı ile sosyal medya kullanımı, sürekli çevrimiçi olma, gelişmelerden haberdar olma, varlığını sanal ağlar üzerinden ispat etme durumu gibi çok çeşitli haller ortaya çıkmıştır. Hayalet Titreşim Sendromu’nun geçmişine baktığımızda çok fazla uzaklaşmadan nomofobi ile karşılaşıyoruz. İngilizce “no mobilephone phobia” ifadesinin kısaltması olan “nomofobi”nin Türkçe karşılığı “akıllı telefonsuz kalma korkusu” olarak geçiyor (gencdergisi.com).
Modern zamanın en büyük problemlerinden biri de gelişen sanal dünya ile duygularımızın da değişmesidir. İnsan, doğası gereği sosyal bir canlıdır. Sanal ortam ve telefonlar, bu yönümüzü besler. Bizler bu araçlardan beslenirken bunları birden zevkle elimizden bırakabileceğimizi zaten düşünmüyorum. Yine de adım adım bazen canımızın sıkılmasına, yalnız kalmaya, farklı alışkanlıklar edinmeye alan açmamız gerektiğini düşünüyorum. Umarım siz de kendinize farklı alanlar açma fırsatını verebilirsiniz.
Kaynakça:
Learn MoreGÖRÜLMEYEN DUYGULAR: UTANÇ VE SUÇLULUK
Sosyal duygular olarak sınıflandırılan utanç ve suçluluk, bir sosyal dışlanma tehlikesi sırasında davranışı düzenleyen bir uyarı sinyali veya fizyolojik bir ceza olarak değerlendirilir. Bu duygular birçok psikolojik konuda kilit rol oynar ve bilişsel psikoloji ile yakından ilişkilidir. Utanç ve suçluluğun günlük yaşamdaki işlevlerinin yanı sıra uyumsal ve fizyolojik özellikleri, evrimsel özellikleri ve nörolojik yapıları, bu duygular ile bilişsel yapılar arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir(Söylemez, Koyuncu, Amado, 2018). Temel duygular kuramının kurucusu Paul Ekman, bir duygunun temel duygu olarak değerlendirilebilmesi için sahip olması gereken birtakım özelliklerden bahsetmiştir (Ekman ve Cordaro, 2011). Söz konusu özelliklerden birkaçı; ayrık evrensel işaretler, ayrık fizyolojik özellikler, otomatiklik, belirli olaylar sonucunda ortaya çıkma, diğer primatlarda da gözlenme, hızlıca ortaya çıkma ve kısa sürme, davetsiz bir şekilde ortaya çıkma ve ayrık öznel deneyim olarak belirtilmiştir. Temel duyguların (öfke, korku, üzüntü, mutluluk, iğrenme, şaşırma) yaşamın ilk yıllarında ve otomatik olarak ortaya çıktığı kabul edilmektedir (Tomkins, 1991).
Utanç ve suçluluğu temel duygulardan ayıran en belirgin özellik olarak, bu duyguların öncelikle kişinin benlik (self) bilincine sahip olmasını gerektirmeleri gösterilmektedir (Lewis ve ark., 1989). Buna göre; utanç veya suçluluk duyguları kişinin, içinde bulunduğu olumsuz durumu değerlendirmesi ve bu durumun sahip olduğu benlik kavramı ile bağdaşmadığını ayırt etmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır (Tangney ve Dearing, 2003). Utanç ve suçluluğun sahip olduğu bir diğer önemli özellik ise başkalarını da kapsamaları ve içinde yaşanılan topluma, kültüre duyarlı duygular olmalarıdır (Yang, Yang ve Chiou, 2010). Bu duygular, toplum içerisinde (gerçekte veya hayali olan) ötekine karşı hissedilen duygular olmaları nedeniyle sosyal duygular kategorisinde yer almaktadır (Gilbert, 2003).
Toplumca uygun görülmeyen şekilde davranmak, her zaman bir ceza ile sonuçlanmasa bile içinde bulunulan bu durumun, başkaları tarafından hoş görülmediğine işaret etmekte ve (utanç ve suçluluk gibi) negatif duyguların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Daha açık şekilde söylemek gerekirse, kişi bu negatif duyguları yaşamamak için toplum içinde öğrendiği kuralları ve standartları aşmamaya ve toplumdaki öteki kişilere göre davranmaya yönelmektedir.
KAYNAKÇA:
Ekman, P. ve Cordaro, D. (2011). Duyguları temel olarak adlandırmakla ne kastedilmektedir. Duygu İncelemesi, 3(4), 364–370.
Lewis, M., Sullivan, MW, Stanger, C., & Weiss, M. (1989). Kendini geliştirme ve bilinçli duygular. Çocuk Gelişimi, 60(1), 146–156.
Söylemez, S., Koyuncu, M. ve Amado, S.(2018). Utanç ve Suçluluk Duygularının Bilişsel Psikoloji Kapsamında Değerlendirilmesi. Psikoloji Çalışmaları , 38 (2) , 259-288 .
Tangney, JP ve Dearing, RL (2003). Utanç ve suçluluk. New York, NY: Guilford Press
Tomkins, SS (1991). Duygulanım, imgelem, bilinç: Öfke ve korku. New York, NY: Springer.
Yang, ML, Yang, CC ve Chiou, WB (2010). Suçluluk başka bir yönelime, utanç ise benmerkezci öz odaklanmaya yol açtığında: Negatif duyguların farklı şekilde hazırlanmasının perspektif alma üzerindeki etkileri. Sosyal Davranış ve Kişilik: Uluslararası Bir Dergi, 38(5), 605-614.
Learn More21/90 KURALI
Hayatımızda her gün yaptığımız eylemler alışkanlıklarımızı belirler. Bu alışkanlıklar, hedeflerimize giden yolda önemli bir araçtır. Kurala ismini veren ilk sayı “21” bir alışkanlıktan vazgeçmek veya bir alışkanlık edinmek için beynimiz ihtiyaç duyduğu minimum gün sayısını ifade eder. Diğer sayı “90” ise vazgeçilen veya alışkanlık haline getirilen davranış modelinin sürdürülebilir olması için gerekli olan gün sayısıdır.
21/90 KURALI NASIL UYGULANIR?
Günlük hayatta rutin haline gelmiş olan pek çok alışkanlığımızı aslında düşünerek yapmayız. Bunların hepsine refleks ve doğuştan demek yanlış olacaktır. Esasında günlük rutinimizi oluşturan pek çok hareket ve davranışımız bir alışkanlıkla başlayıp rutin haline gelmiştir. Bu alışkanlıkların bazıları zorunlu nedenlerle ortaya çıkmış olsa da bazıları tamamen bizim isteğimize bağlıdır. Örneğin; her sabah işe gitmek için yataktan kalkıp yürümek bir zorunlulukken her hafta sonu aynı saatte yürüyüşe çıkmak kişinin kendi isteğiyle alışkanlık haline getirdiği bir rutindir. Öyleyse doğuştan sahip olmadığımız alışkanlıkları sonradan edinebilmek de mümkündür. Bunun için ihtiyacımız olan 21 gün boyunca aynı şeyi yapmak ve istikrarlı olmaktır. (fikirdengirisime.com).
Nasıl Başlamalıyız?
- 21 gün boyunca edinmek istediğiniz bir alışkanlığı hedef olarak belirleyin. 3 hafta boyunca bu hedefi düzenli bir şekilde aksatmadan uygulamaya çalışın.
- Belirlediğiniz hedefi 21 gün boyunca aynı zaman diliminde yapmanız alışkanlık kazanmanızda önemlidir.
- 21 gün boyunca edinmek istediğiniz davranışların yanında kendiniz için olumlamalar yazın. Bu olumlamalar hem motivasyonunuzu artıracak hem de hayata daha güzel bakmanızı sağlayacaktır.
- Alışkanlık hedefinizin yanında sizi mutlu edecek aktiviteler ekleyin. Resim yapmak, müzik dinlemek, yürüyüş yapmak ya da sevdiğiniz bir insanla konuşmak vb.
- 21 gün sonunda alışkanlık haline gelmiş olacaktır. Eğer bu alışkanlıkları 90 gün boyunca devam ettirirseniz artık yeni bir yaşam tarzı edinmiş olursunuz (psikolojievreni.com/21-gun-kurali/).
Hayatınızı Güzelleştirecek Alışkanlık Önerileri
- Erken kalkmak
- Spor yapmak
- Kitap okumak
- Sağlıklı beslenmek
- Yürüyüş yapmak
- Günlük tutmak (psikolojievreni.com/21-gun-kurali/).
Yapılan araştırmalar ve uzman görüşleri istikrarlı bir şekilde devam edilen 21 günlük süreç sonucunda alışkanlığın artık bir rutin haline geldiğini söylüyor böylece vazgeçme veya alışma durumu gerçekleşmiş oluyor (fikirdengirisime.com).
KAYNAKÇA:
Learn MoreOKYANUS ETKİSİ: FİLM GİBİ TANIŞMA
Hayatta pek çok tesadüfle karşılaşırız. Bu tesadüfler çoğu zaman yaşamımızı değiştirir ve bizleri yeni yolculuklara çıkartır. Bunlardan biri de başkalarıyla tesadüfen tanışmadır. Bu ani tanışmalara okyanus etkisi denir.
Şans Eseri Tanışma
Etkisi ve etkileşim gücü fazla olduğu için ismi buradan gelmektedir. Tesadüf eseri tanışan insanlar birbirlerine daha çok bağlı kalırlar ve bunun değerini bilirler. Şans eseri tanışıp, samimi olan kişilerin yaşamlarında farklı insanların varlığını hissederek yaşarlar. Yalnız ve pek de güvenli olmayan ortamlarda çok bulunan kişilerin sık sık kapıldığı bir durumdur. Film sahnelerinde çok rastlarız. Örneğin, kadın ve erkek tam köşe başından çarpışırlar ve kadının elindeki dosyalar yere düşer, adam da ona yardım etmek için eğilir ya; alın size okyanus etkisi tanışması (www.ensonhaber.com).
Okyanus Etkisinin Fizyolojisi
Özel gördüğümüz kişilere bağlanmak beynimizin ihtiyacı olan bir durumdur. Çoğu kişi bu durumu altıncı his olarak değerlendirir. Okyanus etkisi sonucunda tanıştığımız kimseyle oturup kahve eşliğinde sohbet etmek, beynimizin sohbetin gidişatına göre anında o kişinin doğru kişi olduğunu ayırt edebilecek kapasitededir. Çünkü acılarımız dinleniyorsa, teselli ediliyorsak, yeterli duygusal desteği alıyorsak bu durum beynimizde aynı ‘serotonin patlaması’ gibi bir etki uyandırır. Bu etki sonucunda o doğru bulduğumuz kişiyle güçlü bir bağ kurarız. Bu durum çoğu ilaçtan ve tedavi yönteminden daha etkilidir. Şans eseri karşılaştığımız insanlarla hayat boyunca bağlantıda olmak tabi ki harika bir duygudur. Ancak kimi zaman hayatımıza giren kişiler ne yazık ki düşündüğümüz gibi uzun süre ilişki şeklinde sonuçlanamayabiliyor. Daha önce okyanus etkisiyle gerçekleşmiş ilişkiler ‘keşke olmasaydı’ gibi bir cümle kullanmamıza neden olabiliyor. Ancak doğru kişilerle beraber olmak için kimi durumlarda yanlış kişileri tanımak gerekebilir(www.dergice.com). Belki de bazen bu gibi yanlış ilişkiler sonucunda karamsarlığa kapılmadan, her şeyi kontrol etmeden hayatın akışına kendimizi bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bağlanma ihtiyacımızın karşılanması için bizi ani karşılaşmalara, şansa ve tesadüflere inandıran bir kavramdır okyanus etkisi. Umarım hayatınıza girecek doğru insanı bu tür tatlı tesadüfler sonucunda bulabilmeniz dileğimle…
Psikolog Belkıs Boydağ
KAYNAKÇA:
christin-hume-610U5teI5B4-unsplash.jpg
Learn MoreKUSURLU GÜZELLİK: KİNTSUGİ
Bizler, ömür boyu hayatımızın her alanında mükemmelliği arıyoruz. Mükemmel olan daha iyidir diye düşünüyoruz. Mükemmel ev, mükemmel araba, mükemmel okul, mükemmel iş… Bu fikrin temeli, aslında evrimsel psikolojiye dayanıyor. Ancak bu kusursuzu arayışın bizi çok yoran bir şey olduğunu farkına bile varmadan gençliğimizi yitirip ölüp geçiyoruz bu dünyadan. Halbuki kusursuzluk kalbimizde saklı.
Kintsugi eski bir Japon felsefesidir. Amacı kırılan nesneyi eskisinden daha güzel ve işlevli hale getirmektir. Kırılmanın aslında bir bozulma bir yok olma değil; yeni bir var oluş biçimi olduğunu savunmaktadır. Ağırlıklı olarak seramik objelere uygulanmaktadır. Bu felsefe bazı kaynaklarda “Kintsukuroi” olarak da geçmektedir.
Kintsugi’nin ortaya çıkışı 15.yy’a dayanmaktadır. Üstelik günümüzde de karşımıza çıkabilecek basit bir olayla. Çok sevdiği çaydanlığı kırılan Japon bir komutan bu çaydanlığın tamir edilmesi için emir verir. Çaydanlık geri geldiğinde onarılmıştır fakat bir şeyler yanlıştır. Komutanın sevdiği çaydanlık bu değildir ve o eski kendi çaydanlığını istemektedir. Bu mümkün olamayacağı için Japon zanaatkar bir alternatif üretme gayesiyle çaydanlık üzerinde çalışmaya başlarlar. Bu çalışma sırasında güttükleri estetik kaygı ve komutanın eşyasına olan bağlılığının bilinirliği Kintsugi felsefesinin gelişmesini sağlamıştır. Çaydanlık eskisinden de iyi gözükmektedir (https://www.sanatperver.com/kintsugi-felsefesi-nedir/)
Kintsugi, Budist öğretisinden türetilen Japon felsefesi wabi-sabi’ye dayanıyor. wabi-sabi, kusurlu olanı kabul etmek, kucaklamak, onların içindeki güzelliği görmek anlamına geliyor. Bu birbirine yaslanan felsefe ve geleneğe bir metafor olarak baktığınızda da Kintsugi’den de wabi-sabi’den de öğrenecek çok şeyimiz var.
İnsanız, hatalar yapıyoruz, bir şeyler olmuyor, her birinden bir ders alarak bir sonraki aşamaya geçiyoruz, hiçbirimiz mükemmel değiliz, ama mükemmel olmasak da yaşıyoruz. İşte wabi-sabi de hatalarından ders alan, kırıldığı yerden güçlenen insanları kucaklamak bir nevi. Etrafımızdaki insanları kusurlarıyla kabul etmeyi öğreniyoruz. Sevmediğimiz huylarımızı törpülüyoruz lakin, yine de kusurluyuz, böyle de iyiyiz (https://www.ruhundoysun.com/yazilar/catlaklardaki-hikaye-kintsugi/)
Bizi bir bütün kılan şey aslında kusurlarımız, kırıklarımız, çatlaklarımız. Hayat herkesi tökezletebiliyor, kırabiliyor. Hemingway’in de dediği gibi, bazıları bu kırıklardan daha güçlü, daha parlak çıkıyor. Hayatınızdaki kırıklardan daha parlak çıkmanız dileğimle…
Kaynakça:
Learn MoreCotard Sendromu
Cotard Sendromu yani “yaşayan ölü sendromu”, kişinin kendisinin ya da vücut parçalarının öldüğünü ya da ölmekte olduğunu sandığı, ender rastlanan nöropsikiyatrik bir rahatsızlıktır.
Adını, hastalığı 1880’de tanımlayan nörolog Jules Cotard’dan almıştır. Psikiyatrik tanı kitaplarında Cotard Sendromu ayrı bir hastalık olarak tanımlanmasa da, yapılan çalışmalar önceden var olan nörolojik rahatsızlıklar ile Cotard sanrıları arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.
Sahoo ve Josephs’in 2017’de yaptığı bir çalışmada Cotard Sendromu bulunan 12 hastanın klinik bulgularıyla beraber MRI ve EEG verileri incelenmiştir. İnceledikleri 12 hastadan 8’i ölmüş olduklarını iddia ederken, 4’ü ölmekte üzere olduklarını belirtmişlerdir(kemalarikan.com)
Yürüyen Ceset Sendromu yeni bir dizinin adı değil; oldukça nadir ve gizemli bir bozukluktur. Bir diğer adı Cotard Sendromu olan Yürüyen Ceset Sendromu’na sahip hastalar, “ölüymüş gibi hissederler”. Hastalar, ölü olduklarına inanırlar ve hayatlarını ölü gibi sürdürürler! Yürüyen Ceset Sendromuna birkaç örnek vermek gerekirse:
- 2009 yılında yaşlı bir adam Belçika’da bir hastaneye gidip birkaç defa ölmesine rağmen hiç kimsenin onu gömmeye tenezzül etmediğini söylemiştir. Yaşlı adama anksiyete, depresyon ve Cotard sendromu teşhisi konmuştur.
- 2012’de Japonya’da bir adam doktorlara öldüğünden şüphelendiğini söylemiş bunu doğrulayıp doğrulayamayacaklarını sormuştur. Doktorlar hastaya yürüyüp hastaneye gelebilen bir adamın ölü olamayacağını söylediklerinde, hasta, bunun beyninin bir oyunu olduğunu söylemiştir. Hasta tedaviye yanıt vermiş olsa da önceki hayatında ölmüş olduğunu düşünmeye başlamıştır(evrimagaci.org)
Ayrıca Migren, Parkinson hastalığı, beyin kanaması, beyin hücrelerinin kaybı, parietal lob tümörü, temporal lob epilepsisi gibi beyin hasarı yaratan hastalıklarla ilişkilendirilen Cotard sendromunun altında yatan mekanizmayı anlamak için MRI ve EEG gibi nörogörüntüleme tekniklerinden yararlanılmaktadır.
Psikolog Belkıs Boydağ
Kaynak:
https://evrimagaci.org/yasarken-olu-oldugunuza-inanmak-yuruyen-ceset-cotard-sendromu-nedir-8026#amp_tf=%251%24s%20adl%C4%B1%20kaynaktan&aoh=16547900665090&csi=1&referrer=https%3A%2F%2Fwww.google.com&share=https%3A%2F%2Fevrimagaci.org%2Fyasarken-olu-oldugunuza-inanmak-yuruyen-ceset-cotard-sendromu-nedir-8026
Sahoo, A., & Josephs, K. A. (2018). A neuropsychiatric analysis of the Cotard delusion. The Journal of neuropsychiatry and clinical neurosciences, 30(1), 58-65.
Learn MoreTAMAMLANMAMIŞ HİKAYEM: ZEİGARNİK ETKİSİ
YUNANCA ‘gnosis’, episteme ile eş anlamlı olup bilgi ya da bilim anlamına gelmektedir. Epistemoloji ise, bilgiyi ve bilgi sorununu ele alan bir temel felsefi disiplindir ve bilimsel bilginin ne olduğunu açıklamaya çalışır. Bu bağlamda bilgi, bütün canlıların merkezinde yatan özelliktir (Dawkins 2002). Bilme ise doğru bilgiye ulaşma eylemidir ve bu eylem hem bilişsel hem de psikolojik bir süreçtir (Aster 1994).
Zeigarnik etkisi; kişilerin tamamlanmamış veya bölünmüş-yarıda kesilmiş etkinlikleri, tamamlananlara göre daha kolay hatırladığını ifade eden psikolojik bir kavram. Rus psikolog ve psikiyatr Bluma Zeigarnik tarafından bir restoranda yapılan gözlem sonucu bulunmuştur. Zeigarnik, garsonların siparişleri sadece servis sırasında hatırladıklarını, servis tamamlandıktan sonra siparişi hafızalarından sildiklerini fark eder(Wikipedia). Konuyla ilgili çalışmalar ve deneyler yapar. Yaptığı çalışmalarla; bitirilmemiş, sonlandırılmamış işlerin, zihni meşgul ettiği ve iş bitince, zihnin bu meşguliyetten kendini kurtardığı sonucuna ulaşır.
Bilişsel tamamlanma ihtiyacı, konuyla ilgili olarak son zamanlarda davranışsal nörobilimin önem kazanmaya başlayan konularından biridir. Tamamlanma ihtiyacı ile Gestalt akımındaki Zeigarnik etkisi ilişkilendirilebilir. Tamamlanma ihtiyacı belirli bir konuda bilgi arayışını durdurma, sonuca bağlama, hesabı sabitleştirme, tespit etme ya da tam tersi tutumlardır. Ayrıca karar vermeyle ilgili bir durumla karşılaşıldığında bu durumu sonuca bağlama isteğidir (Atak H. vd., 2016).
Beklenti ihlali ise bir bireyin beklentilerinin dışında bir durumla karşılaştığında yaşadığı olumsuz durumu ifade eden bir kavramdır. Bu durumda kişiyi rahatsız eden temel özellik, belirsizlik durumudur. Eğer bireyin belirsizliğe tahammül düzeyi düşükse, karşılaştığı durumu algılamakta zorlanır ve bir koruma mekanizması olarak belirsizliği azaltma ve bu mekanizmayı desteklemek için tamamlanma ihtiyacı devreye girer. Bu da bireylerin, Zeigarnik etkisine ne kadar maruz kalacağını etkiler.
Beynimiz, günlük hayatta işimize yarayacak bilgileri saklarken çevremizde algıladığımız gereksiz bilgileri de bilinçaltımıza atar. Zeigarnik etkisiyle de beynimizin bitmemiş işleri de hafızamızda tuttuğunu ve o işlerimizin zihnimizde daima taze kaldığını öğreniyoruz.
KAYNAKÇA:
Aster EV (1994) Bilgi Teorisi ve Mantık (Çev. M Gökberk). İstanbul, Sosyal Yayınları.
Atak H. , Syed M. , Çok F. , Tonga Z. Yeni Bir Nöropsikolojik Kavram Olarak Tamamlanma İhtiyacı. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar – Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 2016; 8(3): 290-299.
Dawkins R (2002) Kör Saatçi (Çev. F Halatçı). Ankara, Tübitak.
Wikipedia. https://tr.wikipedia.org/wiki/Zeigarnik_etkisi
Learn MoreStockholm Sendromu
1973 yılında İsveç’in Stockholm kentinde firari bir mahkum dört banka çalışanını rehin aldı. 131
saat boyunca rehineler, hüküm giymiş bir suçluyla bir banka kasasını paylaştı. Olaydan sonra
rehineler, yaşadıkları sıkıntılara rağmen, rehin alan kişilere karşı herhangi kötü bir duygu
beslemediklerini ve ayrıca polisten kendilerini rehin alanlardan daha çok korktuklarını bildirdiler. Bu
fenomen daha sonrasında psikologlar tarafından ‘Stockholm Sendromu’ adını aldı.
Stockholm Sendromu, kaçırılan bir kurbanın kendisini kaçıran kişiye karşı geliştirdiği olumlu bağı
tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Tanı herhangi bir uluslararası sınıflandırma sisteminde
açıklanmamasına rağmen, medya kaynakları tarafından kullanılan bir terimdir.
Bu tarz vakalar incelendiği zaman, aslında çoğu rehine, kendisini rehin alan kişiyle özdeşleşmez ve
onlara karşı sempati duymaz. Ayrıca, polisi düşman olarak görmez. Bunun yerine, kendisini rehin
alan kişi/kişilere bir ‘sorun’, polisin de ‘çözümü’ temsil ettiğinin farkındadırlar. Serbest bırakılan
rehinelerle yapılan görüşmeler, özellikle uzun vadeli olaylarda rehinelerin çoğunun Stockholm
sendromuna dair hiçbir kanıt göstermediğini ortaya çıkarmıştır.
Psikiyatrik tanı mı yoksa şehir efsanesi mi?
‘Stockholm sendromu’ etiketi, açıklanamayan davranışları açıklama ihtiyacını ortadan kaldırmaya
yardımcı olabilir. Spesifik tedavi gerektirebilecek veya kurbanlarının ruh sağlığı üzerinde uzun
vadeli etkileri olabilecek belirli bir psikiyatrik sendromu tanımladığına dair çok az kanıt vardır.
Stockholm sendromu için doğrulanmış tanı kriterleri tanımlanmamıştır. Bu fenomen herhangi bir
uluslararası psikiyatri sınıflandırma sistemine dahil edilmemiştir. ICD-10’da, istisnai stresli yaşam
olaylarının tetiklediği geçici bozuklukları içeren ‘akut stres reaksiyonu’ kategorisi, muhtemelen en
alakalı olanıdır. Mevcut literatür sınırlı araştırma değerine sahiptir ve bu durum ‘Stockholm
Sendromunu’ bir psikiyatrik tanı olarak desteklenme olasılığını düşürür. Ek olarak, ‘’Stockholm
sendromu, tanınan bir ‘Medical Subject Headings’ (MeSH) değildir.’’ ( Namnyak et al., 2007, s.1)
Stockholm Sendromu hakkında bu kadar çok yanlış kanı ve yanlış inancı sürdüren nedir?
‘Stockholm Sendromu’, düşünüldüğü kadar yaygın değildir ve ‘istisna’ olarak düşünülebilir.
İstisnalar her zaman daha ilginç bulunmuştur ve ek tartışmalara yol açmıştır. İstisnalar daha çok
ilgi çektiği için, medya aracılığı ile daha yaygın bir şekilde görülmüşlerdir. ‘Stockholm sendromu’
kurgu ve filmlerde tasvir edilmesine ve haber medyası tarafından sıklıkla atıfta bulunulmasına
rağmen, aslında nadiren meydana gelir.
Referanslar
Fuselier G. D., (July 1999). Placing the Stockholm syndrome in perspective, FBI law enforcement
bulletin, Vol. 68, no. 7, str. 22-25
Namnyak, M., Tufton, N., Szekely, R., Toal, M., Worboys, S., & Sampson, E. L. (2007). ‘Stockholm
syndrome’: psychiatric diagnosis or urban myth? Acta Psychiatrica Scandinavica, 0(0),
071120024945001-??? https://doi.org/10.1111/j.1600-0447.2007.01112.x
PSİKOLOJİK İYİ OLUŞ: POZİTİF OLMA SANCISI
İnsanın kendini bilmesi ve kendini gerçekleştirmesi için çabalamasıyla psikolojik iyi oluş mümkündür (Berridge ve Kringelbach, 2011; Waterman,1993). Bu yaklaşıma göre iyi oluşun temelinde kişinin gerçek benliğiyle uyumlu yaşama yeteneği olduğunu varsayılmaktadır (Waterman, 1993). Bu bağlamda öz bilgi ve psikolojik iyi oluş birbiriyle yakından ilişkili görülmektedir.
Psikolojik iyi oluşun insanların yaşamlarına getirdiği olumlu katkılar bulunmaktadır. Bu katkılar arasında sağlıklı ve daha uzun yaşama, daha işlevsel sosyal ilişkilere sahip olma, işte ve performansta başarının artması, gelirde artma sayılabilmektedir. İnsanın daha sağlıklı ve uzun yaşamasına psikolojik iyi oluşun katkısı ilişkisel, deneysel ve yarı deneysel çalışmalarla incelenmiştir. Bu çalışmalarda psikolojik iyi oluşu yüksek olan bireylerin daha sağlıklı beslendikleri ve hipertansiyon, diyabet gibi hastalıklara daha az sahip oldukları görülmektedir. Ayrıca, psikolojik iyi oluşun sosyal ilişkilerde niceliği ve niteliği arttırdığı görülmektedir(Kermen, Tosun,Doğan, 2016).
Bana göre ise psikolojik iyi oluşu, ‘Kintsugi Felsefesine’ benzetebiliriz. Kintsugi, en genel tanımıyla kırılan eşyayı altın kullanarak yeniden birleştirme sanatıdır. Yani aslında kırılarak varlığı zedelenmiş, bütünselliği bozulmuş ve belki de kullanılamayacak hale gelmiş bir nesneyi sadece tamir etmekle kalmayarak, ona değer katmak ve daha kıymetli hale getirmektir. Psikolojik iyi oluşu yüksek insanlar da hayatındaki kırılan şeyleri onarmayı bilir ve onunla uyum sağlayarak yaşamaya devam eder.
Ayrıca psikolojik iyi oluş, durumlara ve kişilere iyimser (optimist) gözle bakma halidir. Bunu okuduğunuzda aklınıza Polyannacılık hali gelebilir ama kastettiğim bu değil elbette. Burada bahsettiğim iyimserlik, olayların kötülüğünü reddetmek değil; bu kötülüğü farkedip yine de kendi ruh sağlığınıza ve bedeninize zarar vermeye kalkmadan üzüntü, öfke duygusunu ve yasınızı yaşamanız gerektiğidir. Hayatın bize her zaman mutluluk getireceğini garanti edemeyiz. Bu zaten bizim kontrolümüzde de değildir. Size bir sır vereyim mi? Ben de bazen keşke kontrol edebilmek mümkün olsa diyorum. Ancak hayatın olağan akışındaki olumsuzluğu kontrol yerine bu olumsuzluklara karşı psikolojik iyi oluşumuzu güçlendirmek daha mümkün. Kısacası duygu ve düşüncelerimizi kontrol edebilir ve psikolojik iyi oluşumuzu iyileştirebiliriz. Eğer siz de kendi psikolojik iyi oluş halinizi yükseltmek istiyorsanız bir Uzman Psikologdan destek almanızı öneririm.
KAYNAKÇA:
Berridge, K. C. ve Kringelbach, M. L. (2011). Building a neuroscience of pleasure and well-being. Psychological Well Being, 1(1), 1–26.
Demirci, İ., Şar, A. (2017). Kendini Bilme ve Psikolojik İyi Oluş Arasındaki İlişkinin İncelenmesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt / Vol: 6, Sayı/Issue: 5, 2017 Sayfa: 2710-2728
Kermen, U., Tosun, N., Doğan, U. (2016). Yaşam Doyumu ve Psikolojik İyi Oluşun Yordayıcısı Olarak Sosyal Kaygı. Eğitim Kuram ve Uygulama Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, 01-29
Waterman, A. S. (1993). Two conceptions in happiness: Contrasts of personal expressiveness (eudiamonia) and hedonic enjoyment. Journal of Personality and Social Psychology, 64, 678–691.
ben-white-ReEqHw2GyeI-unsplash.jpg
alex-block-dqt_nCUrH5A-unsplash.jpg
Learn MoreMÜZİK VE RUHSAL İYİLEŞME
Müzik, insanlık tarihi boyunca bizi ruhen ve bedenen rahatlatan, hastalıkların iyileşmesinde önemli rolü olan bir sanattır. Özellikle psikoloji tarihinde müziğin, bazı hastalıklarda iyileştirici sakinleştirici amacıyla kullanıldığına dair örneklere rastlayabiliriz.
Müzik, duygu ve düşünceleri yansıtan en güçlü sanat türüdür (Öztürk 2003). Müzik, insan yaşamının her evresinde yer alan bir olgu olup karakter gelişimini etkileyen güçlü bir kaynaktır. İntrauterin dönemden itibaren kurulmaya başlayan insan-müzik ilişkisi, doğumdan sonra gittikçe çeşitlenip zenginleşir, güçlenip gelişir insanın yaşamı boyunca sürer (Çocuk ve müzik 2006; Jonsdottir 2005; Kisilevsky ve ark. 2004). Müziğin nörobiyolojik etkinliğinin araştırılmasında müzik ile beyin arasındaki ilişki esas alınır. Müzik ilk önce beyin sapında değerlendirilir ve analizi yapılır.
Dikkat çeken bir bulgu ise, son yıllardaki çalışmalar müziğin yeni doğanda beyin gelişimini etkilediği bildirilmiştir. Bir bebeğin, daha anne karnında iken annenin kalp atışlarından etkilendiği, doğumdan sonra bu bildik sesi ve ritmi yeniden bulmanın kendisi üzerinde rahatlatıcı bir etki yaptığı bilinmektedir. Yapılan deneylerde, teybe alınmış uterus sesi dinletilen odada yatan yeni doğmuş bebeklerin, hiç ses verilmeyen odadaki bebeklerden daha erken uykuya daldıkları gözlenmiştir. Bu durum, yeni doğanların müziğe daha doğmadan önce belirli bir duyarlılık kazanmaya başladığının bir göstergesi olarak kabul edilir (Jonsdottir 2005). Müziğin letarjik ve içine kapanık bebeği uyandırma potansiyeli vardır. Ağlayan, huzursuz bebeği etkili bir şekilde sakinleştirir, doğal uyku tetikleyicisi olarak görev alır.
Amerikan Müzik Terapi Birliği’nin 1997’de yaptığı tanımlamaya göre Müzik Terapi; bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır (Yılmaz 2005). Müzik terapi, gelişmiş ülkelerde gündemde olan bir tedavi biçimidir. Müzik terapi yoğun bakımda, cerrahi operasyonlarda, psikiyatri, onkoloji, kadın doğum, pediatri ünitelerinde, koroner bakımda, radyasyon, kemoterapi tedavisinde, rahatsızlık, ağrı ve anksiyete gibi semptom tedavilerinde,ruhsal iyileşmede kullanılmaktadır(İmseytoğlu ve Yıldız,2012).Yapılan araştırmalar müzik terapinin yoğun bakım hastalarının ağrı şiddetinin ve anksiyete düzeyinin azalmasında etkili bir yöntem olduğunu ortaya koymaktadır(Karamızrak, 2013). Ayrıca, müzik terapi Alzheimer hastaları için de alternatif bir tedavi yöntemi olabilir. Alzheimer hastalığının özellikle ikinci evresinde öfke ve saldırganlık görülmeye başlar. Bu dönemde müziğin sakinleştirici etkisinden faydalanmakta yarar vardır(Lök, 2016).
Sonuçta siz de anksiyete, depresyon gibi ruhsal rahatsızlıklarda ve bedensel hastalıklarınızda müzik terapi seçeneğini gözden geçirip bir Uzman Psikolog ile bu terapi yöntemine başvurabilirsiniz.
KAYNAKÇA:
Çocuk ve müzik (2006). Bethoven Klasik Müzik Sitesi, http:// www.bethovenlives.net/index.asp?ID=1403 (12.01.06)
İmseytoğlu, D. & Yıldız, S. (2012). YENİDOĞAN YOĞUN BAKIM ÜNİTELERİNDE MÜZİK TERAPİ . Florence Nightingale Hemşirelik Dergisi , 20 (2) , 160-165 .
Karamızrak, N. (2013). Ses ve Müziğin Organları İyileştirici Etkisi . Koşuyolu Kalp Dergisi , 17 (1) , 54-57 . DOI: 10.4274/khj.4775
Kisilevsky, B. S., Hains, S. M. J., Jacquet A.Y., Granier-Deferre, C., Lecanuet, J. P. (2004). Maturation of fetal responses to music. Developmental Science, 7(5): 550-559.
Lök N. , (2016). Bademli K. Alzheimer Hastalarında Müzik Terapinin Etkinliği: Sistematik Derleme. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 8(3): 266-274.
Öztürk, S. (2003). Uygarlıklar boyu müzik. Anadolu Gençlik, 45, http://www.anadolugenclik.com.tr/ekim03/muzik/1.htm (28.01.06)
Jonsdottir, V. (2005). Musical development in infancy the importance of early music stimulation, http://www.hisf.no/sts/Musikkterapi/hovudfag/semh01 jonsdottir.html (18.12.2005).
Yılmaz, M. (2005). Damardan klasik müzik. Aksiyon, 546, http:// www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=11590 (24.05.2005).
Learn More