FOMO
‘’Fear Of Missing Out’’ cümlesinin baş harflerinden oluşan FOMO, Türkçe literatürde ‘’Gelişmeleri Kaçırma Korkusu’’ olarak geçiyor. İlk kez Przybylski tarafından tanımlanmış olan bu kavram, bireyin kendisinin bulunmadığı ortamları içerisinde bulunan diğer kişilerin ödül niteliği taşıyan deneyimler yaşadığına dair duyduğu endişeyi ifade etmek için kullanılıyor (Przybylski, Murayama, DeHaan ve Gladwell, 2013).
FOMO Epidemiyoloji
Dijital dünyanın hayatımıza girmesi ile birlikte gelişen yeni dünya da çeşitli kavramlar ortaya çıkıyor. Günümüzde %92’sinin evden internet erişimi bulunan Türkiye’de de gün geçtikçe bu verinin artacağı düşünülüyor (TÜİK, 2021). FOMO kavramından ilk defa bahsetmiş olan Przybylski’ye göre sosyal medyanın kullanımının bu kadar fazlalaşmasındaki asıl sebebin FOMO olduğunu belirtmiştir. Yaptığı çalışmada FOMO düzeylerinin genç erkeklerde daha fazla olduğunu bildirmiştir (Przybylski ve ark., 2013). Ülkemizde 2017 senesinde yapılan ve FOMO düzeylerinin araştırıldığı başka bir araştırmada ise kadın ve erkeklerin FOMO düzeylerinde herhangi bir farklılaşma görülmediği gözlemlenmiştir (Hoşgör, Koç Tütüncü, Gündüz Hoşgör ve Tandoğan, 2017). Gerçekleştirilen başka bir araştırmada ise internet bağımlılığı ve FOMO arasında anlamlı ve pozitif yönlü bir ilişki olduğu gözlemlenmiştir (Çınar ve Mutlu, 2019).
FOMO Etiyolojisi
Etiyolojisi hakkında net bir bilgi bulunmayan FOMO, ‘’Kendi Kaderini Tayin Etme Teorisi’’ ile ilişkilendirilebilmektedir. Başka bir ifadeyle insanın üç temel psikolojik ihtiyacı olarak değerlendirilen, özerlik, yeterlilik ve ilgili olma ile açıklanabilmektedir (Veronneau, Koestner ve Abela, 2005). FOMO’nun problemi internet kullanımı ile ilişkili olduğunu gösteren çeşitli araştırmalar yapılmış olup, ülkemizde gerçekleştirilen bir araştırmada FOMO’nun problemli internet kullanımının alt boyutu olabileceği belirtilmiştir (Göksun, 2019). Ayrıca FOMO’nun; problemli akıllı telefon kullanımı (Elhai, Gallinari, Rozgonjuk ve Yang, 2020), sosyal medyadaki içeriğe erişme ve kıyaslama yapma (Gilbert, McEwan, Bellew, Mills ve Gale, 2009) ve anksiyete (Kartol ve Peker, 2020) ile ilişkisi bulunmuştur.
Tanı ve Tedavi
FOMO için DSM-5’te herhangi bir kriter yer almamaktadır. FOMO’nun taraması yapılması için çeşitli ölçekler kullanılmaktadır. Bu ölçekler, Przybylski tarafından geliştirilen, ‘’Gelişmeleri Kaçırma Korkusu Ölçeği’’ (Gökler, Aydın, Ünal ve Metintaş, 2016) ve ülkemizde geliştirilmiş olan ‘’Üsküdar Gelişmeleri Kaçırma Korkusu Ölçeği’’dir (Geçerlilik, 2017).
Tanımlanmış olarak bir tedavi yöntemi bulunmayan FOMO farklı şekillerde tedavi edilmektedir. İnternet bağımlılığı olan kişilerde BDT’nin etkili olduğu tanımlanmıştır (Young, 2011).
KAYNAKÇA
Çınar, Ç. Y., ve Mutlu, E. (2019). İnternet bağımlılığının benlik saygısı, dikkat, gelişmeleri kaçırma korkusu, yaşam doyumu ve kişilik özellikleri ile ilişkisi. Bağımlılık Dergisi, 20(3), 133-142.
Geçerlilik, Ü. G. K. K. Ö. (2017). Realiability and validity of Uskudar fear of missing out scale. JNBS, 43.
Gökler, M. E., Aydın, R., Ünal, E., ve Metintaş, S. (2016). Sosyal ortamlarda gelişmeleri kaçırma korkusu ölçeğinin Türkçe sürümünün geçerlilik ve güvenilirliğinin değerlendirilmesi. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 17(1), 52-59.
Göksun, D. O. (2019). Gelişmeleri kaçırma korkusu ve problemli internet kullanımı arasındaki ilişki. Mersin University Journal Of The Faculty Of Education, 15(2), 511-525.
Hoşgör, H., Koç Tütüncü, S., Gündüz Hoşgör, D. ve Tandoğan, Ö. (2017). Üniversite öğrencileri arasında sosyal medyadaki gelişmeleri kaçırma korkusu yaygınlığının farklı değişkenler açısından incelenmesi. International Journal of Academic Value Studies, 3(17), 213-223.
Przybylski, A. K., Murayama, K., DeHaan, C. R., & Gladwell, V. (2013). Motivational, emotional, and behavioral correlates of fear of missing out. Computers in Human Behavior, 29(4), 1841-1848.
TÜİK (2021). Hanehalkı bilişim teknolojileri (BT) kullanım araştırması. (Erişim Tarihi: 15.08.2022). https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Hanehalki-Bilisim-Teknolojileri-(BT)-Kullanim-Arastirmasi-2021-37437
Véronneau, M. H., Koestner, R. F., ve Abela, J. R. (2005). Intrinsic need satisfaction and well–being in children and adolescents: An application of the self–determination theory. Journal of Social and Clinical Psychology, 24(2), 280-292.
Young, K. S. (2011). CBT-IA: The first treatment model for internet addiction. Journal of Cognitive Psychotherapy, 25(4), 304-312.
Learn MoreTravma Sonrası Stres Bozukluğu
Tıp literatüründe travma: insan vücudunun iskelet,deri,kafatası ve benzeri koruyucu elementlerin önleyemediği ani hasar ve insan bünyesinin dışarıdan yardım almadan iyileştiremeyeceği doku hasarları olarak tanımlanır. Psikolojik kökenli travma ise aniden ortaya çıkarak insanın temel korkularını tetikleyen ve sonuçta insan ruhunun duygu,düşünce ve davranış yapısını temelinden sarsan ruhsal yaralanmalardır.Bu tip travmalarda birey için dışardan yardım (psikososyal destek) alınmazsa mevcut durumda değişiklik göstermez.Travma tipleri genel olarak iki kategoride şekilllenmiştir.
1)Doğal Kaynaklı
2)İnsan Kaynaklı
Doğal kaynaklı travmalar ismi üzerinde açıklanacağı gibi bir doğal afet tarafından oluşan örselenmelerdir.Örneğin deprem,sel,çığ,tsunami birer doğal kaynaklı travmadır.
İnsan kaynaklı travmalar çok çeşitli olabileceği gibi genel olarak bireyin geçmişte etkilendiği bir durum ya da olay olarak nitelendirilebilir.Örnek verecek olursak,tecavüz,dayak,savaş,terör,ensest denilebilir.
Peki tüm bunların ışığında travma sonrası stres bozukluğu tanısı almak için hangi ölçütler gereklidir.TSSB(Travma sonrası stres bozukluğu) Amerikan Psikiyatri Birliği DSM-5 e göre 8 kategoride temellendirilmiştir.Bunlar şu şekildedir:
Not: Aşağıdaki tanı ölçütleri, erişkinler, gençler ve altı yaşından büyük çocuklara uygulanır.
A. Aşağıdaki yollardan biriyle (ya da birden çoğuyla), gerçek ya da göz korkutucu bir biçimde ölümle, ağır yaralanmayla karşılaşmış ya da cinsel saldırıya uğramış olma:
1. Doğrudan örseleyici olay(lar) yaşama.
2. Başkalarının başına gelen olay(lar)ı, doğrudan doğruya görme (bunlara tanıklık etme).
3. Bir aile yakınının ya da yakın bir arkadaşının başına örseleyici olay(lar) geldiğini öğrenme. Aile bireyinin ya da arkadaşının gerçek ölümü ya da ölüm olasılığı kaba güçle ya da kaza sonucu olmuş olmalıdır.
4. Örseleyici olay(ların)ın sevimsiz ayrıntılarıyla, yineleyici bir biçimde ya da aşırı bir düzeyde karşı karşıya kalma (örn. insan kalıntılarını toplayan ilk kişiler; çocuk sömürüsünün ayrıntılarıyla yeniden yeniden karşılaşan polis memurları).
Not: Böyle bir karşı karşıya gelme, işle ilgili olmadıkça, elektronik yayın ortamları, televizyon, sinema ya da görseller aracılığıyla olmuş ise A4 tanı ölçütü uygulanmaz.
B. Örseleyici olay(lar)dan sonra başlayan, örseleyici olay(lar)a ilişkin, istem dışı gelen aşağıdaki belirtilerin birinin (ya da daha çoğunun) varlığı:
1. Örseleyici olay(lar)ın yineleyici, istemsiz ve istençdışı gelen, sıkıntı veren anıları.
2. İçeriği ve/ya da duygulanımı örseleyici olay(lar)la ilişkili, yineleyici sıkıntı veren düşler.
3. Kişinin örseleyici olay(lar) yeniden oluyormuş gibi hissettiği ya da davrandığı çözülme (dissosiyasyon) tepkileri (örn. geçmişe dönüşler). (Bu tür tepkiler, belirli bir görülme aralığında ortaya çıkabilirler; en uç biçimi, o sırada çevresinde olup bitenlerin tam olarak ayırdında olmamadır.)
4. Örseleyici olay(lar)ı simgeleyen ya da çağrıştıran iç ya da dış uyaranlarla karşılaşınca yoğun ya da uzun süreli bir ruhsal sıkıntı yaşama.
5. Örseleyici olay(lar)ın simgeleyen ya da çağrıştıran iç ya da dış uyaranlara karşı fizyolojiyle ilgili belirgin tepkiler gösterme.
C. Aşağıdakilerden birinin ya da her ikisinin birlikte olmasıyla belirli, örseleyici olay(lar)dan sonra ortaya çıkan, örseleyici olay(lar)a ilişkin uyaranlardan sürekli bir biçimde kaçınma:
1. Örseleyici olay(lar)la ilgili ya da yakından ilişkili, sıkıntı veren anılar, düşünceler ya da duygulardan kaçınma ya da bunlardan uzak durma çabaları.
2. örseleyici olay(lar)a ilgili ya da yakından ilişkili, sıkıntı veren anılar, düşünceler ya da duyguları uyandıran dış anımsatıcılardan (insanlar, yerler, konuşmalar, etkinlikler, nesneler, durumlar) kaçınma ya da bunlardan uzak durma çabaları.
D. Aşağıdakilerden ikisinin (ya da daha çoğunun) olmasıyla belirli, örseleyici olay(lar)ın ortaya çıkmasından sonra başlayan ya da kötüleşen, örseleyici olay(lar)a ilişkin bilişlerde ve duygu durumda olumsuz değişiklikler olması:
1. örseleyici olay(lar)ın önemli bir yönünü anımsayamama (özellikle unutkanlık çözülmesine [dissosiyatif amnezi] bağlıdır ve baş yaralanması, alkol ya da madde kullanımıma bağlı değildir).
2. Kendisi, başkaları ya da dünya ile ilgili olarak, sürekli ve abartılı olumsuz inanışlar ya da beklentiler (örn. “Ben kötüyüm”, “Kimseye güvenilemez”, “Dünya tümüyle tehlikeli bir yerdir”, “Bütün sinir sistemim kalıcı olarak bozuldu”).
3. Örseleyici olay(ların)ın nedenleri ve sonuçlarıyla ilgili olarak, kişinin kendisini ya da başkalarını suçlamasına yol açan, süreklilik gösteren, çarpık bilişler.
4. Süreklilik gösteren olumsuz duygusal durum (örn. korku, dehşet, öfke, suçluluk ya da utanç)
5. Önemli etkinliklere karşı duyulan ilgide ya da katılımda belirgin azalma.
6. Başkalarından kopma ya da başkalarına yabancılaşma duyguları.
7. Sürekli bir biçimde, olumlu duygular yaşayamama (örn. mutluluğu, doyumu ya da sevgi duygularını yaşayamama).
E. Aşağıdakilerden ikisi (ya da daha çoğu) ile belirli, örseleyici olay(lar)ın ortaya çıkmasıyla başlayan ya da kötüleşen, örseleyici olay(lar)la ilintili, uyarılma ve tepki gösterme biçiminde belirgin değişiklikler olması:
1. İnsanlara ya da nesnelere karşı sözel ya da sözel olmayan saldırganlıkla dışa vurulan, kızgın davranışlar ve öfke patlamaları (bir kışkırtma olmadan ya da çok az bir kışkırtma karşısında).
2. Sakınmaksızın davranma ya da kendine zarar veren davranışlarda bulunma.
3. Her an tetikte olma.
4. Abartılı irkilme tepkisi gösterme.
5. Odaklanma güçlükleri.
6. Uyku bozukluğu (örn. uykuya dalmakta ya da uykuyu sürdürmekte güçlük ya da dingin olmayan bir uyku uyuma).
F. Bu bozukluğun süresi (B, C, D ve E tanı ölçütleri) bir aydan daha uzun olmalıdır.
G. Bu bozukluk, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında işlevsellikte düşmeye neden olur.
H. Bu bozukluk, bir maddenin (örn. ilaç, alkol) ya da başka bir sağlık durumunun fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.
1. Kendine yabancılaşma (depersonalizasyon): Kişinin, zihinsel süreçlerinden ya da vücudundan koptuğu duyumunu yaşadığı, sanki bunlara dışarıdan bir gözlemciymiş gibi baktığı, sürekli ya da yineleyici yaşantılar (örn. sanki bir düş içindeymiş gibi olduğu duyumu; kendisinin ya da vücudunun gerçekdışı olduğu ya da zamanın yavaş aktığı duyumu). Örselenme (Travma) ve Tetikleyici Etkenle (Stresörle) İlişkili Bozukluklar
2. Gerçek dışılık (derealizasyon): Çevredekilerin gerçekdışı olduğuna ilişkin, sürekli ya da yineleyici yaşantılar (örn. kişinin çevresindeki dünya gerçekdışı, düşsel, uzak ya da çarpık olarak yaşanır). (American Psychiatric Association,2013).
Not: Bu alttürün kullanılabilmesi için, çözülme belirtilerinin, bir maddenin (örn. bilinç kararmaları, alkol esrikliği sırasındaki davranışlar) ya da başka bir sağlık durumunun (örn. kompleks parsiyel katılmalar) fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamıyor olması gerekir.
Referanslar:
American Psychiatric Association, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fifth Edition (DSM-5), Diagnostic Criteria Reference Manual, trans. Köroğlu E, Association of Medical Publications, Ankara, 2014.
POLİSLİK VE STRES
Polislik günümüz meslekleri arasında gerek çalışma saatleri gerek de tehlikeli, yoğun çalışma koşulları arasında en çok strese neden olan mesleklerden birisidir. Çalışma saatleri ve çalışma koşullarına ek olarak polisler aile ve ilişki gibi sosyal hayatlarında da birçok sorunla karşılaşmaktadırlar. Bu nedenle de bu kişilerin birçok fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkla karşı karşıya kalması beklenen bir durumdur (Çetinöz, 2021).
Meslek koşulları polislerin sıradan vatandaşlara kıyasla daha fazla stres yaşamasına neden olmaktadır. Örneğin polisin çalışma saatleri dışında yaşanan problemleri çözmeye karşı kendisini görevli hissetmesi ile problemlere karşı bir miktar pasif kalması arasında ayrım yapması oldukça zordur ve bu bir stres yaratmaktadır. Polisler toplumdan izole haldedirler, taşıdıkları üniforma ve silah onları toplumdan ayırmaktadır. Buna ek olarak rozet ve silah taşımak polislerin daha agresif davranışlarda bulunmalarına neden olmaktadır. Ayrıca polisler vardiya usulü çalıştıkları için yemek, uyku, uyanıklık zamanı gibi durumları genelde düzenli değildir ve bu durum da ruhsal ve fiziksel dengede bozulmalara neden olmaktadır. Aynı zamanda çalışma programlarının sürekli değişmesi özel hayatlarında da sorunlar yaşamalarına neden olmaktadır. Çünkü sağlam bir aile yapısı, sağlıklı ilişkiler birtakım ritüellerin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Polislerin sıkça karşılaştığı bir diğer durum da ani yaşanan strestir. Her şeyin normal ilerlediği bir günde bir anda tehlikeli bir durum ortaya çıkabilmekte ve kişinin buna hazırlı olma şansı olmayabilmektedir. Ayrıca polislerin görevlerini yerine getirirken duygularını kontrol etmeleri gerekmektedir. Kişinin bu şekilde duygularını bastırması büyük bir ruhsal güç harcamalarına neden olmaktadır (Birkök, 2006).
Polislerin stres düzeyi hem bireysel hem de örgütsel nedenlerden dolayı yüksektir. Çoğu polis, stres sonrası tükenmişlik yaşadığını, öfkeli ve saldırganca davranışlar sergilediğini ve bu durumun da aile ve iş hayatı üzerinde olumsuz etkileri olduğunu dile getirmektedir (Aytaç, 2017).
Peki yaşanan bu yoğun stres polislerin intihar girişiminde bulunmasında etkili midir? Yapılan bir araştırmaya göre polislerin, strese neden olan olaylarla karşı karşıya kaldığı durumlarda iyimser bakış açısıyla olaya yaklaşması ve kendisine güvenmesi; çaresiz ve boyun eğici bakış açısına sahip olmasına ve sosyal desteğe başvurmasına göre daha az intihar olasılığı taşımaktadır (Tosun, 2012).
Kaynakça
Aytaç, S. (2017). Stres kaynakları ve stresin psikolojik semptomlarının öfke kontrolü ile ilişkisi: Polis memurları üzerine bir araştırma. Journal of Social Policy Conferences, 1-27. https://dergipark.org.tr/en/pub/iusskd/issue/33251/370112
Birkök, M. C. (2006). Poliste çatışma ve stres yönetimi. Journal of Human Sciences, 8(1). https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/158
Çetinöz, E. (2021). Bir uzmanlık alanı olarak polis psikolojisi. Güvenlik Çalışmaları Dergisi, 23(1), 106-127. https://dergipark.org.tr/en/pub/gcd/issue/63148/943103
Tosun, D. M. (2012). Türk polisinde strestle başa çıkma tarzları ve intihar olasılıkları arasındaki ilişki. [Yüksek Lisans Tezi]. İstanbul Üniversitesi.
Learn MoreMükemmeliyetçilik
Mükemmeliyetçilik ile ilgili araştırmaların 20.yüzyıl sonlarına doğru başladığı belirtilmiş olmasına rağmen (akt., Tuncer ve Voltan Acar, 2006), mükemmeliyetçilik kavramının psikanalitik kuramdan köklerini aldığı biliniyor. Freud, mükemmeliyetçiliği süperegonun, en iyi şekilde başarı istemesine ve yapılan işlerde en iyi olmak istemesi olarak tanımlamıştır. Adler ise mükemmeliyetçiliğin doğuştan geldiğini ve bunun olağan bir şey olduğunu söylemiştir. Adler aynı zamanda mükemmeliyetçiliği bireyi iyi yönde etkileyen ve bireyi kötü yönde etkileyen olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bireyi iyi yönde etkileyen yani sağlıklı mükemmeliyetçiler, ulaşabilecekleri hedeflere sahiptirler. Bireyi kötü yönde etkileyen yani sağlıksız mükemmeliyetçilerin, gerçekdışı hedefleri olduğunu eleştirilmekten rahatsız olduklarını, düzenli ve tertipli olmaya çok özen gösterdiklerini ve onaylanma istekleri olduğunu dile getirmiştir. Horney, mükemmeliyetçiliği bireyin bir şeyleri yanlış yapmamak için yapılması gereken işleri ertelemek olarak tanımlamıştır (akt. Gökkaya, 2016).
Daha birçok kuramcı tarafından tanımlanan mükemmeliyetçilik, nasıl ortaya çıkıyorun üzerinde çalışan birçok farklı araştırmacı vardır. Bu farklı araştırmacıların çoğu ortaya çıkışın temelinin yaşamın ilk dönemlerinde atıldığı ve ailenin mükemmeliyetçi ve talepkar olması ile ilişkili olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu araştırmalarda oldukça yüksek standartlara sahip olunduğu ve bu standartlar ile aynı seviyeye ulaşmak için oldukça fazla çabaladıkları görülmektedir. Bu fazla çabanın sebebi ise hatanın kabul edilemez oluşu ile ilişkilidir. Bu süreçte de yüksek standartlara ulaşmanın neredeyse imkansız olması ile özdeğer duygusu kazanımını sekteye uğratır (Shcherbakova, 2001). Bu bağlamda bireyin kişisel yaşantısındaki işleri sekteye uğratabilecek olan mükemmeliyetçilik için bir uzman desteği almanız gerekebilir.
Kaynakça
Gökkaya, M. (2016). Bir grup üniversite öğrencisinde sosyal kaygı, depresyon ve anne baba tutumları ile mükemmeliyetçilik eğilimleri ve üniversiteye uyum arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi (Yüksek Lisans Tezi). Işık Üniversitesi, İstanbul.
Tuncer, B. & Voltan-acar, N. (2006). Kaygı düzeyleri farklı üniversite hazırlık sınıfı öğrencilerinin mükemmeliyetçilik özelliklerinin incelenmesi . Kriz Dergisi , 14 (2) , 1-15
Shcherbakova, J. (2001), Moderating effects of self-efficacy on the relationship between perfectionism and depression among college student, Unpublished Doctorate Thesis, Mississippi State University, Mississippi State, Mississippi
Learn MoreERGENLİK DÖNEMİNDE ROMANTİK İLİŞKİLER
Romantik ilişki kurmak ergenlik döneminin en önemli özelliklerinden birisidir. Bu yazımızda bahsi geçen romantik ilişki; her iki tarafında onayladığı, tek taraflı olmaktan uzak olan ilişkidir. Geçmiş yıllarda ergenlik dönemindeki romantik ilişkilerin geçici ve kişinin hayatında önemli bir etkisi olmadığına yönelik düşünceler yaygın olsa da günümüzde bu konuda çok daha fazla araştırma yapılmaktadır.
12-18 yaş grubundaki ergenlerin yaş ilerledikçe romantik ilişki içinde olma ihtimali de artmaktadır. Ayrıca yetişkinlerde de olduğu gibi ergen erkekler kendileriyle aynı yaşta olan veya kendisinden daha genç olan partnerleri tercih etme eğilimindeyken, ergen kızlar kendilerinden yaşça daha büyük olan partnerleri tercih etme eğilimindedirler (Collins, 2003).
Ergenlik dönemindeki romantik ilişkilerin ergen üzerinde bazı olumlu ve olumsuz etkileri vardır. Romantik ilişkilerin olumlu etkilerine bakacak olursak; romantik ilişki sırasında rahatça iletişim kurabildiğini düşünen ergenlerin benlik saygıları daha yüksektir. Ergenliğin sonlarına doğru yaşanan romantik ilişkilerde ergenler ilişkideki eşitlik duygusundan kaynaklı olarak ilişkiye yönelik kaygıları azalmakta ve olumlu düşünceleri artmaktadır. Romantik ilişkilerin olumsuz etkilerine bakacak olursak; ergenin bir partnerinin olmaması, partnerinden ayrılması ya da partnerinin onu terk etmesi gibi durumlarda ergen depresif duygular yaşamakta ve bu durum bazı sapkın davranışlara yönelmesine yol açabilmektedir. Ayrıca romantik ilişkilerde kızlar erkeklere göre eleştiriye karşı daha duyarlıdır (Bayhan ve Işıtan, 2010).
Ergenlik dönemindeki romantik ilişkileri değerlendirirken aslında kişilerin birlikte ne yaptıkları, zamanlarını nasıl geçirdikleri, ortak etkinliklerinin çeşitliliği ve birlikteyken kaçındıkları etkinlikler ve durumlar dikkate alınmalıdır. Örneğin birbirine daha yakın çiftler daha az yakın olanlara kıyasla daha geniş bir aktivite çeşitliliğine sahiptirler (Collins, 2003).
Tüm bunlarla birlikte ergenler uzun süre ilişki sürdürmekte zorlanmaktadır. İlişkiyi sonlandırma kararında etkili olan bir faktör ise ergenlerin yakınlık, cinsellik, kimlik ve özerklik gibi ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. İhtiyaçlarını karşılayamayan bu ergenler romantik ilişkilerini sonlandırmaya daha eğilimlidirler. İlişkiyi sonlandırma kararı aynı zamanda kültürden de etkilenmektedir. Batı kültürünün daha baskın olduğu bölgelerde yaşayan ergenler, Doğu kültürünün daha baskın olduğu bölgelerde yaşayan ergenlere göre daha erken zaman diliminde ilişkiyi sonlandırma kararı almaktadırlar (Connolly ve McIsaac, 2009).
Kaynakça
Bayhan, P. & Işıtan, S. (2010). Ergenlik döneminde ilişkiler: Akran ve romantik ilişkilere genel bakış. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 20(20), 33-44. https://dergipark.org.tr/en/pub/spcd/issue/21108/227337
Collins, W. A. (2003). More than Myth: The developmental significance of romantic relationships during adolescence. Journal of Research on Adolescence, 13, 1-24. https://doi.org/10.1111/1532-7795.1301001
Connolly, J. & McIsaac, C. (2009). Adolescents’ explanations for romantic dissolutions: A developmental perspective. Journal of Adolescence, 32,1209-1223. https://doi.org/10.1016/j.adolescence.2009.01.006
Learn MoreSanal Ortamlar ve YalnızlıkPika
Günümüzde alışveriş yapma, toplantı yapma gibi önceden insanlarla yüz yüze yaptığımız birçok faaliyet artık sanal ortamlara taşınmış, insanların büyük bir çoğunluğu bu sanal ortamlar üzerinden iletişim kurmayı daha çok tercih eder hale gelmişlerdir.
Gün geçtikçe insanların sanal ortamlarda harcadığı zaman artmaktadır. Sanal ortamlarda harcanan zamanın artmasıyla birlikte insanların yalnız kalma oranları da artmıştır. Seki ve Kurnaz (2021) tarafından yalnızlık; bireyin beklediği düzeyde sosyal ilişki yaşamaması ve kişisel ilişkilerde yetersizliğine yönelik algıları olarak tanımlanmıştır. Eğer kişi gerçek hayatta kendini rahat bir şekilde diğer insanlara aktarmakta sorun yaşıyorsa bazı sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamakta da zorlanır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için de sanal ortamları kullanmaya çalışabilir ve eğer bir süre sonra bunda başarılı olursa bu durum ilerleyen zamanlarda internet bağımlılığa bile dönüşebilir. Çünkü kişi sanal ortamlarda her gün bir öncekinden daha fazla vakit geçirmek isteyecektir. Bunun sonucunda da kendisini yaşadığı toplumdan soyutlayacaktır (Güney, 2017).
Öğrencilerle yapılan bir çalışmada düşük yalnızlık algısına sahip olan kişilerin sosyal medya kullanarak sosyal yetkinliği artırdığını desteklemektedir. Yalnızlık algısı daha yüksek olan kişiler sosyal medya hesaplarında daha fazla paylaşım yapmaktadırlar. Yani bu kişiler kişisel bilgilerini diğer kişilerle paylaşmaya daha eğilimlidirler. Bu yolla diğer kişilerin onlarla etkileşime geçmelerini kolaylaştırmaktadırlar ve yalnızlık hissiyle başa çıkmalarında sosyal medyadan destek almış olmaktadırlar. Ayrıca bu kişilerin daha fazla paylaşım yapmalarının temel nedeni daha fazla fark edilmek istenmek ve özgüvenlerini geliştirmek de olabilir (Genel, 2021). Gençlerin çeşitli sosyal medya platformlarına üye olarak sanal ortamlarda arkadaşlık kurmaları artık daha kolay olduğu için bu gruplarda kendilerini daha kolay ifade edebilmekteler ve aynı zamanda duygularını, düşüncelerini diğer insanlarla daha kolay paylaşabilmekteler. Bu nedenle de bu sosyal medya platformlarına karşı daha olumlu tutumlara sahiptirler (Coşkun, 2021).
Sonuç olarak kişiler sosyal medya platformları gibi sanal ortamlarda birçok kişiyle etkileşim halinde olabilirler. Fakat kişinin kalabalık bir arkadaş listesine sahip olması ya da birçok takipçiye sahip olması onun yalnız olmadığı anlamına gelmemektedir. Tüm bunlar aslında kişinin gerçek hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak için başvurduğu çözüm yollarından sadece bir tanesidir.
Kaynaklar
Coşkun, A. (2021). Dijital medya çağında yalnızlık. İksad Yayınevi.
Genel, M. G. (2021). Öğrencilerin sosyal medya tutumları ve yalnızlık algıları: Lise ve ön lisans öğrencileri üzerine bir araştırma . MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10 (4), 2148-2159.
Güney, B. (2017). Dijital bağımlılığın dijital kültüre dönüşmesi:Netlessfobi. Electronic Journal of New Media, 1, 207-213.
Seki, T. & Kurnaz, M. F. (2021). Bireylerin dijital bağımlılıkları ile yalnızlık düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi: Bir meta-analiz çalışması. Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi.
Learn MorePika
Herhangi bir besin değeri olmayan ya da besin olarak değerlendirilemeyen maddelerin düzenli ve aşırı düzeyde yenilmesi ile ilerleyen yeme bozukluğuna pika adı verilmektedir. Bu bozukluğun pika ismini alması ise Latince’de saksağan kuşunu tanımlamak için kullanılan pika sözcüğünden gelmektedir. Pik yani saksağan kuşu, bozuklukta olduğu gibi çeşitli besin olarak kabul edilmeyen gıdaları tüketmektedir. MÖ 400 senesinde Hipokrat tarafından ilk defa tanımlanmış olan pika (akt. Kaçar ve Hocaoğlu, 2019), çeşitli fizyolojik ya da psikiyatrik bozukluklara bağlı olarak, sosyokültürel yapı etkisinde ya da geleneksel tıp tedavilerine bağlı oluşabilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucunda pikanın ekonomik düzeyi düşük olan ülkelerde ve hamile kadınlarda genellikle göz aradı edilmektedir (Rose, Porcerelli ve Neale, 2000).
John Trevisa’nın 1200’lü senelerde ilk defa yazılı olarak belirtmiş ve bu bağlamda metal, toprak vb. gibi çeşitli maddelerin yendiğini ifade etmiştir. Daha sonralarında Symphorien Champier pikadan bahsetmiş ve en sonunda 1563 senesinde Oxford İngilizce Sözlüğü’nde yer almıştır (Parry-Jones ve Parry-Jones, 1992). Pikanın psikoloji ile ilişkisi ise 19. yüzyıl sonlarında Copland ve Gull tarafından aktarılmıştır. Pika ve psikolojinin ilişkilendirildiği bu yıllarda diğer yeme bozukluklarında (anoreksia ve bulumia nervoza) pika da ortaya çıkan davranışlar gözlemlenmiştir (Woywodt ve Kiss 2002).
Pikanın ortaya çıkma nedeninin kişinin fizyolojisi ve psikolojisi ile ilişkili olduğu düşünülüyor. Kesin olarak pikayı ortaya çıkartan etmenin ne olduğu belirtilemiyor olsa da, bazı hastalıklardan, besinlerin yetersizliğinden, içinde bulunulan psikolojik durumdan ve sosyo-kültürel etmenlerden kaynaklanabilmektedir. Görülme sıklığı ile ilgili tam bir bilgi edilemeyen pikanın geniş bir yayılım gösterdiği bilinmektedir (Walker, Walker, Sookaria ve Cannan, 1997). Pikada çeşitli temizlik malzemeleri, toprak, saç, çiğ et, kağıt, tebeşir vb. maddelerin yenildiği görülmektedir. Bu sebeple risk düzeyi yüksektir. Bazı vakaların ölümle sonuçlandığı dahi gözlemlenmiştir (Kutalek ve ark., 2010).
Pikanın tedavi yöntemi, hastalığın ortaya çıkmasına neden olan fizyolojik ve psikolojik etmenlerin saptanması ile şekillenmektedir. Besin yetersizliği ile ilgili ise buna uygun destek preparatları ile bir tedavi seçilmeli ve uygulanmalıdır (Parry-Jones ve Parry-Jones, 1992). Fakat pika psikolojik bir neden çerçevesinde ortaya çıkıyorsa psikoterapi ve farmakolojik tedavinin aynı anda yürütülmesi gerekmektedir (Kamal, Thompson ve Paquette, 1999).
KAYNAKÇA
Kaçar, M. ve Hocaoğlu, Ç. (2019). Pika, geri çıkarma bozukluğu nedir? Tanı ve tedavi yaklaşımları. Klinik Psikiyatri Dergisi, 25(2), 347-354.
Kamal, I., Thompson, J. ve Paquette, D.M. (1999). The hazards of vinyl glove ingestion in the mentally retarded patient with pica: new implications for surgical managment. Canadian Journal of Surgery 42(3), 201-204.
Kutalek, R., Wewalka, G., Gundacker, C., Auer, H., Jeff, W., Haluza, D., Huhulescu, S. Hillier, S. Sager, M. ve Prinz, A. (2010). Grophagy and potential health implications: geohelminths, microbes and heavy metals. Transactions of the Toyal Society of Tropical Medicine and Hygiene, 104(12), 787-795.
Parry – Jones, B. ve Parry – Jones,W.L. (1992). Pica: symptom or eating disorder? A historical assessment. The British Journal of Psychiatry, 160(3), 341-354.
Rose, E.A., Porcerelli, J.H. ve Neale, A.V. (2000). Pica: common but commonly missed. The Journal of the American Board of Family Practice, 13(5), 353-358.
Walker, A.R., Walker, B.F., Sookaria, F.I. ve Cannan, R.J. (1997). Pica. Journal of the Royal Society of Health, 117(5), 280-284.
Woywodt, A. ve Kiss A. (2002). Geophagia: the history of earth-eating. Journal of the Royal Society of Medicine, 9(5), 143-146.
Learn MoreÖLÜSEVERLİK (NEKROFİLİ)
İnsanların güvenlik, sevgi gibi bazı temel ihtiyaçları vardır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki kendini gerçekleştirme ihtiyacı da bunlardan biridir. Yıkıcılık eğilimi ise kişinin kendini gerçekleştirmede başarılı olamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanda biyolojik olarak saldırganlık eğilimi olduğunu biliyoruz. Buna ek olarak kişinin tahrip ederek öldürmekten zevk aldığı ölüseverlik olarak adlandırılan bir başka saldırganlık eğilimi daha vardır (Fırıncıoğulları, 2015).
Aslında nekrofili, genel bir kategori olan parafilinin içinde yer almaktadır. Parafili sapkın cinsel ilgi ve davranışları, cinsel normların abartılı hallerini, anormal cinsel saplantıları veya takıntıları içeren geniş bir kategoridir. Elbette ki cinsellikte normal ve sapkın davranışları tanımlamak kolay değildir. Fakat nekrofilinin zihinsel bir bozukluk olarak görülmesindeki temel neden yasadışı olmasıdır (Kumar vd., 2019).
Nekrofili aslında birçok farklı tanıma sahiptir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilinen tanım, ölü bedenle cinsel ilişkiye girmekten zevk alma şeklinde yapılan tanımdır (Aggrawal, 2009). Fakat biz bu yazımızda daha çok nekrofiliyi Eric Fromm’un yaptığı tanım üzerinden inceleyeceğiz.
Eric Fromm; nekrofili diğer bir deyişle ölüseverlikten bahsederken bu kavramı yıkmaya, ölüme ve öldürmeye yönelme olarak tanımlamıştır. Ölüsever insanlar aslında küçük bir azınlıktadır fakat bu kişilerin oldukça tehlikeli olduklarını unutmamak gerekir. Çünkü Fromm’a göre bu kişiler içi nefretle dolu, ırkçı, savaşa ve kan dökmeye eğilimli yıkım yanlısı kişilerdir (Fromm, 1995). Ölüseverlikten bahsederken Adolf Hitler’den de bahsetmemiz gerekir. Hitler’in ölüsever bir kişi olduğunu gösteren çeşitli durumlar vardır. Bunlardan ilki ölüsever kişinin kişisel inancına göre geçmiş kutsaldır. Bu nedenle de bu kişilere göre yapılan herhangi bir köklü değişiklik doğal düzene karşı işlenen bir suç olarak değerlendirilmektedir. Hitler’in devrimcilere olan kini de bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir. İkincisi ölüsever kişilerin bir şeylere zarar verme eğilimi taşımalarıdır. Buna en iyi örnek ise Hitler’in Viyana’yı yıkma arzusudur. Üçüncü durum ise ölüsever kişilerin cesetlere, mezarlıklara ya da kokuşan nesnelere yakın bulunma arzusu taşımalarıdır. Hitler ile ilgili bir hikayede Hitler’in çürümüş bir askerin başında uzun bir süre kaldığı anlatılmaktadır.
Kaynakça
Aggrawal, A. (2009). A new classification of necrophilia. Journal of Forensic and Legal Medicine, 16(6), 316–320. https://doi.org/10.1016/j.jflm.2008.12.023
Fırıncıoğulları, S. (2015). Gerçekleşen bir kötülük: Üst sınıflardaki yıkıcılık eğilimi ve topluluk narsisizmi. Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi (52), 197-206. https://dergipark.org.tr/tr/pub/abuhsbd/issue/32946/366104
Fromm, E. (1995). İnsandaki yıkıcılığın kökenleri. Say Yayınları.
Kumar, P., Rathee, S., & Gupta, R. (2019). Necrophilia: An understanding. The International Journal of Indian Psychol, 7(2), 607-616.
Learn MoreAlice Harikalar Diyarında Sendromu
Alice Harikalar Diyarında Sendromu, Lewis Carroll’un yazdığı Alice Harikalar Diyarında adlı kitaptan esinlenilerek ortaya çıkmıştır. Alice Harikalar Diyarında Sendromunda, kişilerin beden algısının çarptırıldığı, çevrelerinde olan nesneleri ya da kendi beden parçalarını farklı algılamalarına sebep olduğu biliniyor. Nörolojik bir durum olarak değerlendirilen bu sendromda, zaman algısında, dokunmada ve işitmede problemler yaşanabilir. Bireyler bu durumda nesneleri olduğundan küçükmüş gibi algılayabilir (mikropsi) ya da eşyaları olduğundan büyük görebilir (makropsi). Bunun dışında eşyaları normalde olduğundan daha uzakta (teleopsi) ya da nesneleri kendine çok yakın olarak göreme (pelopsia) deneyimleri yaşayabilirler. İşitsel halüsinasyonlar da sendromun bir parçası olarak yer alıyor. Algıdaki bu değişimler, tuhaf müziklerin ya da seslerin duyulmasına neden olabiliyor. Caro Lipmann tarafından ilk defa tanımlanan bu sendromun semptomları arasında; teleopsi, pelopsia, mikropsi, makropsi, yanılsamalar, nesnelere dair algıda değişiklik, işitsel halüsinasyon, baş dönmeleri, ajitasyon ve bireyin kendi bedenine dair algılarında değişikliklerin olması sayılabilir (Uğurlu, 2021).
Sendromun nedenleri olarak; beyindeki kan dolaşımı sorunları, temporal lob epilepsisi, psikoaktif ilaç kullanımı, beyin tümörü, migren ağrıları ve ebsstein barr virüs enfeksiyonu sıralanabilmektedir. Hastalığı ilk tanımlayanlardan birisi olan John Todd’dan dolayı Todd Sendromu olarak da adlandırılan sendromu yaşayan kişilerin, vücut parçalarını veya bazı nesnelerinin boyutlarında bozulmalar (metamorfopsi) yaşadığı ve bu semptomlarla migren arasında güçlü bağlantılar olduğu ileri sürülüyor. Henüz kesin bir tedavi yöntemi olmasa da semptomlara bağlı tedavisinin gerçekleştirildiği biliniyor (Akçay, 2020).
KAYNAKÇA
Akçay G. (2020). Alice’in Harikalar Diyarındaki Nörolojik Bozukluklar. Erişim tarihi: 04.07.2022, https://www.hayatvepsikoloji.com/alice-harikalar-diyari-nda-sendromu-nedir
Uğurlu, Ü. (2021). Alice Harikalar Diyarında Sendromu: Bir Lewis Carroll Kurgusunun Gerçek Oluşu! Erişim tarihi: 04.07.2022, Alice Harikalar Diyarında Sendromu: Bir Lewis Carroll Kurgusunun Gerçek Oluşu! – Evrim Ağacı (evrimagaci.org)
Learn MoreAşkın Gözü Gerçekten Kör Mü?
Dünyaya geldiği andan beri ikili ilişkiler içerisinde yer alan insanlar, hayatlarının her döneminde çeşitli ikili ilişkiler aramaktadır. Bu ikili ilişkiler “yakın ilişkiler” ve “aşk” başlığı altında incelenebilir. Her iki başlık altında da kişinin kendisi dışında var olması gereken “başka” bir kişiden söz ediliyor (Rotenberg, Shewchuk ve Kimberley, 2001). Günümüzde giderek kavramsallaştırılan aşk kelimesinin psikoloji ile bağlantısını yakından tanıyabilmek için bu yazıda ikili ilişkilerden aşk başlığı incelenecektir.
Aşk, romantik ilişki olarak da ifade edilebilen bir kavram olup, toplum içerisinde farklı farklı yerlere konumlandırılabilmektedir. Genel olarak incelendiğinde aşkın, bireylerin hayatında farklı işlevlere sahip olduğu gözlemlenmektedir (Strenberg, 1999). Aşk’ı bir kavram olarak inceleyeceğimiz noktada kesin bir tanım sunmak mümkün değildir. Aşkın kültürden kültüre ve insandan insana tanımı değişmektedir. Karmaşık bir yapı içerisinde olan aşkı her araştırmacı kendi bakış açısı çerçevesinde değerlendirip tanımlamıştır. Mesela Freud aşkı, “cinselliğin bir yüceltmesi” (Freud, 2017) şeklinde tanımlarken Fromm (2020) aşkın, sorumluluk, saygı, ilgi ve anlayış kavramları ile ilişkili olduğunu belirtmiştir. Bunun dışında Harlow, Maslow ve Tennov’da aşkı tanımlayan araştırmacılar arasında yer almaktadır. Kernberg’te aşkı inceleyen araştırmacıların arasında yer alarak, aşkın normalliğini ve patolojisini incelemiştir (Kernberg, 1995). Literatür incelendiğinde karşımıza çıkan ve dikkat çeken ilk şey aşk kavramı ile ilgili henüz net bir tanımlamanın olmamasıdır. Bunun yanı sıra araştırmacılar tarafından aşkın tanımlanmasının zor olduğunu belirtmeleri de literatürde yerini almaktadır. Yine literatüre bakıldığında aşkla ilgili çeşitli kuramlar olduğu görülmektedir fakat bu derleme çalışmasında aşkın nöropsikoloji açısından açıklanması hedeflenmektedir.
Literatür incelendiğinde Semir Zeki ve ekibi tarafından 2000 senesinde gerçekleştirilen bir çalışma sonucunda aşık olduğunu belirten 17 çift üniversite öğrencisini alınarak beyin görüntülenmesi yapılmıştır. Aşık oldukları kişilere ve yakın arkadaşlarının fotoğraflarına bakan kişilerin beyin aktivitesi incelenmiş ve elde edilen sonuçlarda aşık olduklarını belirttikleri kişilerin fotoğraflarına bakan kişilerin beyin bölgelerinde farklı yerlerin aktive olduğu görülmüş ve bu sonuçların cinsiyet fark etmeksizin bütün bireylerde görüldüğü gözlemlenmiştir. Özellikle korteksin, striatum’un bazı parçalarının ve nükleus akkumbens adı verilen bölgelerin aktive olduğu belirtilmiştir. Bu sayılan bölgelerin bütününün, beyindeki ödül sistemini oluşturan ana parçalarını oluşturduğu ve uyarılan bu bölgenin mutluluk ve öfori hali yarattığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu sözü edilen beyin bölgelerinin, ödül, bağımlılık ve arzu ile ilişkilendirilen nörotransmiterleri içeren bölgeler olduğu belirtilmiş ve dopamin salgılandığı gözlemlenmiştir (Bartels ve Zeki, 2000). Dopaminin artması ile serotoninin azaldığı sonucu gözlemlenmiştir. Serotonin düşününün aşkta olduğu gibi obsesif-kompulsif bozukluğu olan hastalarda da aynı seviyelerde seyrettiği sonucuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda aşık olunulan ilk dönemlerde bir tür obsesyon ortaya çıkmakta ve insanların ilk başta partnerlerinden başka hiçbir şey düşünemez hala gelmesini sağlamaktadır. Bunun dışında hipotalamustan salgılanan oksitosin ve vazopressin hormonu da aşık olunduğunda salgılanmaktadır. Oksitosin hormonunu, bir çeşit bağlanma hormonu olarak bilinmekte olup, partnerinize sarılma isteğini uyandıran ve sarılmaya doyamama duygusunu aktif eden bir hormon olarak bilinmektedir. Bütün bunların dışında frontal, parietal ve orta temporal korteks bölgelerininin de çeşitli bölgeleri aktive olmaktadır. Frontal kortekste çevremizde olan diğer bireyleri değerlendirebilir ve eleştirebiliriz. Başka bir ifadeyle olanları daha objektif olarak görmemizi sağlayan bir bölge olarak bilinir. Prefrontal köteksin ve parietal korteksin ve temporal korteksin bazı parçalı ile insanlara daha objektif bir şekilde bakabilmemizi sağlar. Romantik ilişkilerde ise bu kısımlar aktive olarak romantik ilişkide bulunduğumuz kişiyi değerlendirme şeklimizi etkiler. Bu sebeple de karşımızdaki kişinin negatif özelliklerini görmezden geliriz. Eleştirel kısmı etkileyen aşk ile gözümüzün önünde olanları değerlendiremeyip karşımızdaki partneri kusursuz olarak görürüz. Bu sebeple de “aşkın gözü kördür” şeklinde bir atasözümüz bulunmaktadır. Kişi bu eleştirel bölgeyi sadece aşık olduğu kişiye karşı kaybetmektedir onun dışında diğer insanlara karşı eleştirel düşünmeye devam eder (akt. Öktem Tanör, 2013).
KAYNAKÇA
Bartles, A. ve Zeki, S. (2000). The neural basis of romantic love. Neuroreport, 11(17), 3829-3834.
Freud, S. (2017). Aşkın psikolojisi. (A. C. İdemen, Çev.). İzmir: Cem Yayınevi.
Fromm, E. (2020). Sevme sanatı. (I. Gündüz, Çev.). İstanbul: Say Yayınları.
Kernberg, O.F. (1995). Love relations Normality and Pathology. New Haven, Yale University Press.
Öktem Tanör, Ö. (2013). Aşkın nöral temelleri. Erişim Tarihi: 18.07.2022, https://noropsikoloji.org/askin-noral-temelleri/
Rotenberg, K.J., Shewchuk, V.A. ve Kimberley T. (2001). Loneliness sex romantic jealousy and powerlessness. Journal of Social and Personal Relationships, 18(1), 55-79.
Strenberg, R.J. (1999). Cupid’s Arrow: The courseof love through time. UK, Cambridge University Press.
Learn More