POLİSLİK VE STRES
Polislik günümüz meslekleri arasında gerek çalışma saatleri gerek de tehlikeli, yoğun çalışma koşulları arasında en çok strese neden olan mesleklerden birisidir. Çalışma saatleri ve çalışma koşullarına ek olarak polisler aile ve ilişki gibi sosyal hayatlarında da birçok sorunla karşılaşmaktadırlar. Bu nedenle de bu kişilerin birçok fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkla karşı karşıya kalması beklenen bir durumdur (Çetinöz, 2021).
Meslek koşulları polislerin sıradan vatandaşlara kıyasla daha fazla stres yaşamasına neden olmaktadır. Örneğin polisin çalışma saatleri dışında yaşanan problemleri çözmeye karşı kendisini görevli hissetmesi ile problemlere karşı bir miktar pasif kalması arasında ayrım yapması oldukça zordur ve bu bir stres yaratmaktadır. Polisler toplumdan izole haldedirler, taşıdıkları üniforma ve silah onları toplumdan ayırmaktadır. Buna ek olarak rozet ve silah taşımak polislerin daha agresif davranışlarda bulunmalarına neden olmaktadır. Ayrıca polisler vardiya usulü çalıştıkları için yemek, uyku, uyanıklık zamanı gibi durumları genelde düzenli değildir ve bu durum da ruhsal ve fiziksel dengede bozulmalara neden olmaktadır. Aynı zamanda çalışma programlarının sürekli değişmesi özel hayatlarında da sorunlar yaşamalarına neden olmaktadır. Çünkü sağlam bir aile yapısı, sağlıklı ilişkiler birtakım ritüellerin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Polislerin sıkça karşılaştığı bir diğer durum da ani yaşanan strestir. Her şeyin normal ilerlediği bir günde bir anda tehlikeli bir durum ortaya çıkabilmekte ve kişinin buna hazırlı olma şansı olmayabilmektedir. Ayrıca polislerin görevlerini yerine getirirken duygularını kontrol etmeleri gerekmektedir. Kişinin bu şekilde duygularını bastırması büyük bir ruhsal güç harcamalarına neden olmaktadır (Birkök, 2006).
Polislerin stres düzeyi hem bireysel hem de örgütsel nedenlerden dolayı yüksektir. Çoğu polis, stres sonrası tükenmişlik yaşadığını, öfkeli ve saldırganca davranışlar sergilediğini ve bu durumun da aile ve iş hayatı üzerinde olumsuz etkileri olduğunu dile getirmektedir (Aytaç, 2017).
Peki yaşanan bu yoğun stres polislerin intihar girişiminde bulunmasında etkili midir? Yapılan bir araştırmaya göre polislerin, strese neden olan olaylarla karşı karşıya kaldığı durumlarda iyimser bakış açısıyla olaya yaklaşması ve kendisine güvenmesi; çaresiz ve boyun eğici bakış açısına sahip olmasına ve sosyal desteğe başvurmasına göre daha az intihar olasılığı taşımaktadır (Tosun, 2012).
Kaynakça
Aytaç, S. (2017). Stres kaynakları ve stresin psikolojik semptomlarının öfke kontrolü ile ilişkisi: Polis memurları üzerine bir araştırma. Journal of Social Policy Conferences, 1-27. https://dergipark.org.tr/en/pub/iusskd/issue/33251/370112
Birkök, M. C. (2006). Poliste çatışma ve stres yönetimi. Journal of Human Sciences, 8(1). https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/158
Çetinöz, E. (2021). Bir uzmanlık alanı olarak polis psikolojisi. Güvenlik Çalışmaları Dergisi, 23(1), 106-127. https://dergipark.org.tr/en/pub/gcd/issue/63148/943103
Tosun, D. M. (2012). Türk polisinde strestle başa çıkma tarzları ve intihar olasılıkları arasındaki ilişki. [Yüksek Lisans Tezi]. İstanbul Üniversitesi.
Learn MoreMükemmeliyetçilik
Mükemmeliyetçilik ile ilgili araştırmaların 20.yüzyıl sonlarına doğru başladığı belirtilmiş olmasına rağmen (akt., Tuncer ve Voltan Acar, 2006), mükemmeliyetçilik kavramının psikanalitik kuramdan köklerini aldığı biliniyor. Freud, mükemmeliyetçiliği süperegonun, en iyi şekilde başarı istemesine ve yapılan işlerde en iyi olmak istemesi olarak tanımlamıştır. Adler ise mükemmeliyetçiliğin doğuştan geldiğini ve bunun olağan bir şey olduğunu söylemiştir. Adler aynı zamanda mükemmeliyetçiliği bireyi iyi yönde etkileyen ve bireyi kötü yönde etkileyen olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bireyi iyi yönde etkileyen yani sağlıklı mükemmeliyetçiler, ulaşabilecekleri hedeflere sahiptirler. Bireyi kötü yönde etkileyen yani sağlıksız mükemmeliyetçilerin, gerçekdışı hedefleri olduğunu eleştirilmekten rahatsız olduklarını, düzenli ve tertipli olmaya çok özen gösterdiklerini ve onaylanma istekleri olduğunu dile getirmiştir. Horney, mükemmeliyetçiliği bireyin bir şeyleri yanlış yapmamak için yapılması gereken işleri ertelemek olarak tanımlamıştır (akt. Gökkaya, 2016).
Daha birçok kuramcı tarafından tanımlanan mükemmeliyetçilik, nasıl ortaya çıkıyorun üzerinde çalışan birçok farklı araştırmacı vardır. Bu farklı araştırmacıların çoğu ortaya çıkışın temelinin yaşamın ilk dönemlerinde atıldığı ve ailenin mükemmeliyetçi ve talepkar olması ile ilişkili olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu araştırmalarda oldukça yüksek standartlara sahip olunduğu ve bu standartlar ile aynı seviyeye ulaşmak için oldukça fazla çabaladıkları görülmektedir. Bu fazla çabanın sebebi ise hatanın kabul edilemez oluşu ile ilişkilidir. Bu süreçte de yüksek standartlara ulaşmanın neredeyse imkansız olması ile özdeğer duygusu kazanımını sekteye uğratır (Shcherbakova, 2001). Bu bağlamda bireyin kişisel yaşantısındaki işleri sekteye uğratabilecek olan mükemmeliyetçilik için bir uzman desteği almanız gerekebilir.
Kaynakça
Gökkaya, M. (2016). Bir grup üniversite öğrencisinde sosyal kaygı, depresyon ve anne baba tutumları ile mükemmeliyetçilik eğilimleri ve üniversiteye uyum arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi (Yüksek Lisans Tezi). Işık Üniversitesi, İstanbul.
Tuncer, B. & Voltan-acar, N. (2006). Kaygı düzeyleri farklı üniversite hazırlık sınıfı öğrencilerinin mükemmeliyetçilik özelliklerinin incelenmesi . Kriz Dergisi , 14 (2) , 1-15
Shcherbakova, J. (2001), Moderating effects of self-efficacy on the relationship between perfectionism and depression among college student, Unpublished Doctorate Thesis, Mississippi State University, Mississippi State, Mississippi
Learn MoreERGENLİK DÖNEMİNDE ROMANTİK İLİŞKİLER
Romantik ilişki kurmak ergenlik döneminin en önemli özelliklerinden birisidir. Bu yazımızda bahsi geçen romantik ilişki; her iki tarafında onayladığı, tek taraflı olmaktan uzak olan ilişkidir. Geçmiş yıllarda ergenlik dönemindeki romantik ilişkilerin geçici ve kişinin hayatında önemli bir etkisi olmadığına yönelik düşünceler yaygın olsa da günümüzde bu konuda çok daha fazla araştırma yapılmaktadır.
12-18 yaş grubundaki ergenlerin yaş ilerledikçe romantik ilişki içinde olma ihtimali de artmaktadır. Ayrıca yetişkinlerde de olduğu gibi ergen erkekler kendileriyle aynı yaşta olan veya kendisinden daha genç olan partnerleri tercih etme eğilimindeyken, ergen kızlar kendilerinden yaşça daha büyük olan partnerleri tercih etme eğilimindedirler (Collins, 2003).
Ergenlik dönemindeki romantik ilişkilerin ergen üzerinde bazı olumlu ve olumsuz etkileri vardır. Romantik ilişkilerin olumlu etkilerine bakacak olursak; romantik ilişki sırasında rahatça iletişim kurabildiğini düşünen ergenlerin benlik saygıları daha yüksektir. Ergenliğin sonlarına doğru yaşanan romantik ilişkilerde ergenler ilişkideki eşitlik duygusundan kaynaklı olarak ilişkiye yönelik kaygıları azalmakta ve olumlu düşünceleri artmaktadır. Romantik ilişkilerin olumsuz etkilerine bakacak olursak; ergenin bir partnerinin olmaması, partnerinden ayrılması ya da partnerinin onu terk etmesi gibi durumlarda ergen depresif duygular yaşamakta ve bu durum bazı sapkın davranışlara yönelmesine yol açabilmektedir. Ayrıca romantik ilişkilerde kızlar erkeklere göre eleştiriye karşı daha duyarlıdır (Bayhan ve Işıtan, 2010).
Ergenlik dönemindeki romantik ilişkileri değerlendirirken aslında kişilerin birlikte ne yaptıkları, zamanlarını nasıl geçirdikleri, ortak etkinliklerinin çeşitliliği ve birlikteyken kaçındıkları etkinlikler ve durumlar dikkate alınmalıdır. Örneğin birbirine daha yakın çiftler daha az yakın olanlara kıyasla daha geniş bir aktivite çeşitliliğine sahiptirler (Collins, 2003).
Tüm bunlarla birlikte ergenler uzun süre ilişki sürdürmekte zorlanmaktadır. İlişkiyi sonlandırma kararında etkili olan bir faktör ise ergenlerin yakınlık, cinsellik, kimlik ve özerklik gibi ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. İhtiyaçlarını karşılayamayan bu ergenler romantik ilişkilerini sonlandırmaya daha eğilimlidirler. İlişkiyi sonlandırma kararı aynı zamanda kültürden de etkilenmektedir. Batı kültürünün daha baskın olduğu bölgelerde yaşayan ergenler, Doğu kültürünün daha baskın olduğu bölgelerde yaşayan ergenlere göre daha erken zaman diliminde ilişkiyi sonlandırma kararı almaktadırlar (Connolly ve McIsaac, 2009).
Kaynakça
Bayhan, P. & Işıtan, S. (2010). Ergenlik döneminde ilişkiler: Akran ve romantik ilişkilere genel bakış. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 20(20), 33-44. https://dergipark.org.tr/en/pub/spcd/issue/21108/227337
Collins, W. A. (2003). More than Myth: The developmental significance of romantic relationships during adolescence. Journal of Research on Adolescence, 13, 1-24. https://doi.org/10.1111/1532-7795.1301001
Connolly, J. & McIsaac, C. (2009). Adolescents’ explanations for romantic dissolutions: A developmental perspective. Journal of Adolescence, 32,1209-1223. https://doi.org/10.1016/j.adolescence.2009.01.006
Learn MoreSanal Ortamlar ve YalnızlıkPika
Günümüzde alışveriş yapma, toplantı yapma gibi önceden insanlarla yüz yüze yaptığımız birçok faaliyet artık sanal ortamlara taşınmış, insanların büyük bir çoğunluğu bu sanal ortamlar üzerinden iletişim kurmayı daha çok tercih eder hale gelmişlerdir.
Gün geçtikçe insanların sanal ortamlarda harcadığı zaman artmaktadır. Sanal ortamlarda harcanan zamanın artmasıyla birlikte insanların yalnız kalma oranları da artmıştır. Seki ve Kurnaz (2021) tarafından yalnızlık; bireyin beklediği düzeyde sosyal ilişki yaşamaması ve kişisel ilişkilerde yetersizliğine yönelik algıları olarak tanımlanmıştır. Eğer kişi gerçek hayatta kendini rahat bir şekilde diğer insanlara aktarmakta sorun yaşıyorsa bazı sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamakta da zorlanır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için de sanal ortamları kullanmaya çalışabilir ve eğer bir süre sonra bunda başarılı olursa bu durum ilerleyen zamanlarda internet bağımlılığa bile dönüşebilir. Çünkü kişi sanal ortamlarda her gün bir öncekinden daha fazla vakit geçirmek isteyecektir. Bunun sonucunda da kendisini yaşadığı toplumdan soyutlayacaktır (Güney, 2017).
Öğrencilerle yapılan bir çalışmada düşük yalnızlık algısına sahip olan kişilerin sosyal medya kullanarak sosyal yetkinliği artırdığını desteklemektedir. Yalnızlık algısı daha yüksek olan kişiler sosyal medya hesaplarında daha fazla paylaşım yapmaktadırlar. Yani bu kişiler kişisel bilgilerini diğer kişilerle paylaşmaya daha eğilimlidirler. Bu yolla diğer kişilerin onlarla etkileşime geçmelerini kolaylaştırmaktadırlar ve yalnızlık hissiyle başa çıkmalarında sosyal medyadan destek almış olmaktadırlar. Ayrıca bu kişilerin daha fazla paylaşım yapmalarının temel nedeni daha fazla fark edilmek istenmek ve özgüvenlerini geliştirmek de olabilir (Genel, 2021). Gençlerin çeşitli sosyal medya platformlarına üye olarak sanal ortamlarda arkadaşlık kurmaları artık daha kolay olduğu için bu gruplarda kendilerini daha kolay ifade edebilmekteler ve aynı zamanda duygularını, düşüncelerini diğer insanlarla daha kolay paylaşabilmekteler. Bu nedenle de bu sosyal medya platformlarına karşı daha olumlu tutumlara sahiptirler (Coşkun, 2021).
Sonuç olarak kişiler sosyal medya platformları gibi sanal ortamlarda birçok kişiyle etkileşim halinde olabilirler. Fakat kişinin kalabalık bir arkadaş listesine sahip olması ya da birçok takipçiye sahip olması onun yalnız olmadığı anlamına gelmemektedir. Tüm bunlar aslında kişinin gerçek hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak için başvurduğu çözüm yollarından sadece bir tanesidir.
Kaynaklar
Coşkun, A. (2021). Dijital medya çağında yalnızlık. İksad Yayınevi.
Genel, M. G. (2021). Öğrencilerin sosyal medya tutumları ve yalnızlık algıları: Lise ve ön lisans öğrencileri üzerine bir araştırma . MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10 (4), 2148-2159.
Güney, B. (2017). Dijital bağımlılığın dijital kültüre dönüşmesi:Netlessfobi. Electronic Journal of New Media, 1, 207-213.
Seki, T. & Kurnaz, M. F. (2021). Bireylerin dijital bağımlılıkları ile yalnızlık düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi: Bir meta-analiz çalışması. Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi.
Learn MorePika
Herhangi bir besin değeri olmayan ya da besin olarak değerlendirilemeyen maddelerin düzenli ve aşırı düzeyde yenilmesi ile ilerleyen yeme bozukluğuna pika adı verilmektedir. Bu bozukluğun pika ismini alması ise Latince’de saksağan kuşunu tanımlamak için kullanılan pika sözcüğünden gelmektedir. Pik yani saksağan kuşu, bozuklukta olduğu gibi çeşitli besin olarak kabul edilmeyen gıdaları tüketmektedir. MÖ 400 senesinde Hipokrat tarafından ilk defa tanımlanmış olan pika (akt. Kaçar ve Hocaoğlu, 2019), çeşitli fizyolojik ya da psikiyatrik bozukluklara bağlı olarak, sosyokültürel yapı etkisinde ya da geleneksel tıp tedavilerine bağlı oluşabilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucunda pikanın ekonomik düzeyi düşük olan ülkelerde ve hamile kadınlarda genellikle göz aradı edilmektedir (Rose, Porcerelli ve Neale, 2000).
John Trevisa’nın 1200’lü senelerde ilk defa yazılı olarak belirtmiş ve bu bağlamda metal, toprak vb. gibi çeşitli maddelerin yendiğini ifade etmiştir. Daha sonralarında Symphorien Champier pikadan bahsetmiş ve en sonunda 1563 senesinde Oxford İngilizce Sözlüğü’nde yer almıştır (Parry-Jones ve Parry-Jones, 1992). Pikanın psikoloji ile ilişkisi ise 19. yüzyıl sonlarında Copland ve Gull tarafından aktarılmıştır. Pika ve psikolojinin ilişkilendirildiği bu yıllarda diğer yeme bozukluklarında (anoreksia ve bulumia nervoza) pika da ortaya çıkan davranışlar gözlemlenmiştir (Woywodt ve Kiss 2002).
Pikanın ortaya çıkma nedeninin kişinin fizyolojisi ve psikolojisi ile ilişkili olduğu düşünülüyor. Kesin olarak pikayı ortaya çıkartan etmenin ne olduğu belirtilemiyor olsa da, bazı hastalıklardan, besinlerin yetersizliğinden, içinde bulunulan psikolojik durumdan ve sosyo-kültürel etmenlerden kaynaklanabilmektedir. Görülme sıklığı ile ilgili tam bir bilgi edilemeyen pikanın geniş bir yayılım gösterdiği bilinmektedir (Walker, Walker, Sookaria ve Cannan, 1997). Pikada çeşitli temizlik malzemeleri, toprak, saç, çiğ et, kağıt, tebeşir vb. maddelerin yenildiği görülmektedir. Bu sebeple risk düzeyi yüksektir. Bazı vakaların ölümle sonuçlandığı dahi gözlemlenmiştir (Kutalek ve ark., 2010).
Pikanın tedavi yöntemi, hastalığın ortaya çıkmasına neden olan fizyolojik ve psikolojik etmenlerin saptanması ile şekillenmektedir. Besin yetersizliği ile ilgili ise buna uygun destek preparatları ile bir tedavi seçilmeli ve uygulanmalıdır (Parry-Jones ve Parry-Jones, 1992). Fakat pika psikolojik bir neden çerçevesinde ortaya çıkıyorsa psikoterapi ve farmakolojik tedavinin aynı anda yürütülmesi gerekmektedir (Kamal, Thompson ve Paquette, 1999).
KAYNAKÇA
Kaçar, M. ve Hocaoğlu, Ç. (2019). Pika, geri çıkarma bozukluğu nedir? Tanı ve tedavi yaklaşımları. Klinik Psikiyatri Dergisi, 25(2), 347-354.
Kamal, I., Thompson, J. ve Paquette, D.M. (1999). The hazards of vinyl glove ingestion in the mentally retarded patient with pica: new implications for surgical managment. Canadian Journal of Surgery 42(3), 201-204.
Kutalek, R., Wewalka, G., Gundacker, C., Auer, H., Jeff, W., Haluza, D., Huhulescu, S. Hillier, S. Sager, M. ve Prinz, A. (2010). Grophagy and potential health implications: geohelminths, microbes and heavy metals. Transactions of the Toyal Society of Tropical Medicine and Hygiene, 104(12), 787-795.
Parry – Jones, B. ve Parry – Jones,W.L. (1992). Pica: symptom or eating disorder? A historical assessment. The British Journal of Psychiatry, 160(3), 341-354.
Rose, E.A., Porcerelli, J.H. ve Neale, A.V. (2000). Pica: common but commonly missed. The Journal of the American Board of Family Practice, 13(5), 353-358.
Walker, A.R., Walker, B.F., Sookaria, F.I. ve Cannan, R.J. (1997). Pica. Journal of the Royal Society of Health, 117(5), 280-284.
Woywodt, A. ve Kiss A. (2002). Geophagia: the history of earth-eating. Journal of the Royal Society of Medicine, 9(5), 143-146.
Learn MoreÖLÜSEVERLİK (NEKROFİLİ)
İnsanların güvenlik, sevgi gibi bazı temel ihtiyaçları vardır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki kendini gerçekleştirme ihtiyacı da bunlardan biridir. Yıkıcılık eğilimi ise kişinin kendini gerçekleştirmede başarılı olamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanda biyolojik olarak saldırganlık eğilimi olduğunu biliyoruz. Buna ek olarak kişinin tahrip ederek öldürmekten zevk aldığı ölüseverlik olarak adlandırılan bir başka saldırganlık eğilimi daha vardır (Fırıncıoğulları, 2015).
Aslında nekrofili, genel bir kategori olan parafilinin içinde yer almaktadır. Parafili sapkın cinsel ilgi ve davranışları, cinsel normların abartılı hallerini, anormal cinsel saplantıları veya takıntıları içeren geniş bir kategoridir. Elbette ki cinsellikte normal ve sapkın davranışları tanımlamak kolay değildir. Fakat nekrofilinin zihinsel bir bozukluk olarak görülmesindeki temel neden yasadışı olmasıdır (Kumar vd., 2019).
Nekrofili aslında birçok farklı tanıma sahiptir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilinen tanım, ölü bedenle cinsel ilişkiye girmekten zevk alma şeklinde yapılan tanımdır (Aggrawal, 2009). Fakat biz bu yazımızda daha çok nekrofiliyi Eric Fromm’un yaptığı tanım üzerinden inceleyeceğiz.
Eric Fromm; nekrofili diğer bir deyişle ölüseverlikten bahsederken bu kavramı yıkmaya, ölüme ve öldürmeye yönelme olarak tanımlamıştır. Ölüsever insanlar aslında küçük bir azınlıktadır fakat bu kişilerin oldukça tehlikeli olduklarını unutmamak gerekir. Çünkü Fromm’a göre bu kişiler içi nefretle dolu, ırkçı, savaşa ve kan dökmeye eğilimli yıkım yanlısı kişilerdir (Fromm, 1995). Ölüseverlikten bahsederken Adolf Hitler’den de bahsetmemiz gerekir. Hitler’in ölüsever bir kişi olduğunu gösteren çeşitli durumlar vardır. Bunlardan ilki ölüsever kişinin kişisel inancına göre geçmiş kutsaldır. Bu nedenle de bu kişilere göre yapılan herhangi bir köklü değişiklik doğal düzene karşı işlenen bir suç olarak değerlendirilmektedir. Hitler’in devrimcilere olan kini de bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir. İkincisi ölüsever kişilerin bir şeylere zarar verme eğilimi taşımalarıdır. Buna en iyi örnek ise Hitler’in Viyana’yı yıkma arzusudur. Üçüncü durum ise ölüsever kişilerin cesetlere, mezarlıklara ya da kokuşan nesnelere yakın bulunma arzusu taşımalarıdır. Hitler ile ilgili bir hikayede Hitler’in çürümüş bir askerin başında uzun bir süre kaldığı anlatılmaktadır.
Kaynakça
Aggrawal, A. (2009). A new classification of necrophilia. Journal of Forensic and Legal Medicine, 16(6), 316–320. https://doi.org/10.1016/j.jflm.2008.12.023
Fırıncıoğulları, S. (2015). Gerçekleşen bir kötülük: Üst sınıflardaki yıkıcılık eğilimi ve topluluk narsisizmi. Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi (52), 197-206. https://dergipark.org.tr/tr/pub/abuhsbd/issue/32946/366104
Fromm, E. (1995). İnsandaki yıkıcılığın kökenleri. Say Yayınları.
Kumar, P., Rathee, S., & Gupta, R. (2019). Necrophilia: An understanding. The International Journal of Indian Psychol, 7(2), 607-616.
Learn MoreAlice Harikalar Diyarında Sendromu
Alice Harikalar Diyarında Sendromu, Lewis Carroll’un yazdığı Alice Harikalar Diyarında adlı kitaptan esinlenilerek ortaya çıkmıştır. Alice Harikalar Diyarında Sendromunda, kişilerin beden algısının çarptırıldığı, çevrelerinde olan nesneleri ya da kendi beden parçalarını farklı algılamalarına sebep olduğu biliniyor. Nörolojik bir durum olarak değerlendirilen bu sendromda, zaman algısında, dokunmada ve işitmede problemler yaşanabilir. Bireyler bu durumda nesneleri olduğundan küçükmüş gibi algılayabilir (mikropsi) ya da eşyaları olduğundan büyük görebilir (makropsi). Bunun dışında eşyaları normalde olduğundan daha uzakta (teleopsi) ya da nesneleri kendine çok yakın olarak göreme (pelopsia) deneyimleri yaşayabilirler. İşitsel halüsinasyonlar da sendromun bir parçası olarak yer alıyor. Algıdaki bu değişimler, tuhaf müziklerin ya da seslerin duyulmasına neden olabiliyor. Caro Lipmann tarafından ilk defa tanımlanan bu sendromun semptomları arasında; teleopsi, pelopsia, mikropsi, makropsi, yanılsamalar, nesnelere dair algıda değişiklik, işitsel halüsinasyon, baş dönmeleri, ajitasyon ve bireyin kendi bedenine dair algılarında değişikliklerin olması sayılabilir (Uğurlu, 2021).
Sendromun nedenleri olarak; beyindeki kan dolaşımı sorunları, temporal lob epilepsisi, psikoaktif ilaç kullanımı, beyin tümörü, migren ağrıları ve ebsstein barr virüs enfeksiyonu sıralanabilmektedir. Hastalığı ilk tanımlayanlardan birisi olan John Todd’dan dolayı Todd Sendromu olarak da adlandırılan sendromu yaşayan kişilerin, vücut parçalarını veya bazı nesnelerinin boyutlarında bozulmalar (metamorfopsi) yaşadığı ve bu semptomlarla migren arasında güçlü bağlantılar olduğu ileri sürülüyor. Henüz kesin bir tedavi yöntemi olmasa da semptomlara bağlı tedavisinin gerçekleştirildiği biliniyor (Akçay, 2020).
KAYNAKÇA
Akçay G. (2020). Alice’in Harikalar Diyarındaki Nörolojik Bozukluklar. Erişim tarihi: 04.07.2022, https://www.hayatvepsikoloji.com/alice-harikalar-diyari-nda-sendromu-nedir
Uğurlu, Ü. (2021). Alice Harikalar Diyarında Sendromu: Bir Lewis Carroll Kurgusunun Gerçek Oluşu! Erişim tarihi: 04.07.2022, Alice Harikalar Diyarında Sendromu: Bir Lewis Carroll Kurgusunun Gerçek Oluşu! – Evrim Ağacı (evrimagaci.org)
Learn MoreAşkın Gözü Gerçekten Kör Mü?
Dünyaya geldiği andan beri ikili ilişkiler içerisinde yer alan insanlar, hayatlarının her döneminde çeşitli ikili ilişkiler aramaktadır. Bu ikili ilişkiler “yakın ilişkiler” ve “aşk” başlığı altında incelenebilir. Her iki başlık altında da kişinin kendisi dışında var olması gereken “başka” bir kişiden söz ediliyor (Rotenberg, Shewchuk ve Kimberley, 2001). Günümüzde giderek kavramsallaştırılan aşk kelimesinin psikoloji ile bağlantısını yakından tanıyabilmek için bu yazıda ikili ilişkilerden aşk başlığı incelenecektir.
Aşk, romantik ilişki olarak da ifade edilebilen bir kavram olup, toplum içerisinde farklı farklı yerlere konumlandırılabilmektedir. Genel olarak incelendiğinde aşkın, bireylerin hayatında farklı işlevlere sahip olduğu gözlemlenmektedir (Strenberg, 1999). Aşk’ı bir kavram olarak inceleyeceğimiz noktada kesin bir tanım sunmak mümkün değildir. Aşkın kültürden kültüre ve insandan insana tanımı değişmektedir. Karmaşık bir yapı içerisinde olan aşkı her araştırmacı kendi bakış açısı çerçevesinde değerlendirip tanımlamıştır. Mesela Freud aşkı, “cinselliğin bir yüceltmesi” (Freud, 2017) şeklinde tanımlarken Fromm (2020) aşkın, sorumluluk, saygı, ilgi ve anlayış kavramları ile ilişkili olduğunu belirtmiştir. Bunun dışında Harlow, Maslow ve Tennov’da aşkı tanımlayan araştırmacılar arasında yer almaktadır. Kernberg’te aşkı inceleyen araştırmacıların arasında yer alarak, aşkın normalliğini ve patolojisini incelemiştir (Kernberg, 1995). Literatür incelendiğinde karşımıza çıkan ve dikkat çeken ilk şey aşk kavramı ile ilgili henüz net bir tanımlamanın olmamasıdır. Bunun yanı sıra araştırmacılar tarafından aşkın tanımlanmasının zor olduğunu belirtmeleri de literatürde yerini almaktadır. Yine literatüre bakıldığında aşkla ilgili çeşitli kuramlar olduğu görülmektedir fakat bu derleme çalışmasında aşkın nöropsikoloji açısından açıklanması hedeflenmektedir.
Literatür incelendiğinde Semir Zeki ve ekibi tarafından 2000 senesinde gerçekleştirilen bir çalışma sonucunda aşık olduğunu belirten 17 çift üniversite öğrencisini alınarak beyin görüntülenmesi yapılmıştır. Aşık oldukları kişilere ve yakın arkadaşlarının fotoğraflarına bakan kişilerin beyin aktivitesi incelenmiş ve elde edilen sonuçlarda aşık olduklarını belirttikleri kişilerin fotoğraflarına bakan kişilerin beyin bölgelerinde farklı yerlerin aktive olduğu görülmüş ve bu sonuçların cinsiyet fark etmeksizin bütün bireylerde görüldüğü gözlemlenmiştir. Özellikle korteksin, striatum’un bazı parçalarının ve nükleus akkumbens adı verilen bölgelerin aktive olduğu belirtilmiştir. Bu sayılan bölgelerin bütününün, beyindeki ödül sistemini oluşturan ana parçalarını oluşturduğu ve uyarılan bu bölgenin mutluluk ve öfori hali yarattığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu sözü edilen beyin bölgelerinin, ödül, bağımlılık ve arzu ile ilişkilendirilen nörotransmiterleri içeren bölgeler olduğu belirtilmiş ve dopamin salgılandığı gözlemlenmiştir (Bartels ve Zeki, 2000). Dopaminin artması ile serotoninin azaldığı sonucu gözlemlenmiştir. Serotonin düşününün aşkta olduğu gibi obsesif-kompulsif bozukluğu olan hastalarda da aynı seviyelerde seyrettiği sonucuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda aşık olunulan ilk dönemlerde bir tür obsesyon ortaya çıkmakta ve insanların ilk başta partnerlerinden başka hiçbir şey düşünemez hala gelmesini sağlamaktadır. Bunun dışında hipotalamustan salgılanan oksitosin ve vazopressin hormonu da aşık olunduğunda salgılanmaktadır. Oksitosin hormonunu, bir çeşit bağlanma hormonu olarak bilinmekte olup, partnerinize sarılma isteğini uyandıran ve sarılmaya doyamama duygusunu aktif eden bir hormon olarak bilinmektedir. Bütün bunların dışında frontal, parietal ve orta temporal korteks bölgelerininin de çeşitli bölgeleri aktive olmaktadır. Frontal kortekste çevremizde olan diğer bireyleri değerlendirebilir ve eleştirebiliriz. Başka bir ifadeyle olanları daha objektif olarak görmemizi sağlayan bir bölge olarak bilinir. Prefrontal köteksin ve parietal korteksin ve temporal korteksin bazı parçalı ile insanlara daha objektif bir şekilde bakabilmemizi sağlar. Romantik ilişkilerde ise bu kısımlar aktive olarak romantik ilişkide bulunduğumuz kişiyi değerlendirme şeklimizi etkiler. Bu sebeple de karşımızdaki kişinin negatif özelliklerini görmezden geliriz. Eleştirel kısmı etkileyen aşk ile gözümüzün önünde olanları değerlendiremeyip karşımızdaki partneri kusursuz olarak görürüz. Bu sebeple de “aşkın gözü kördür” şeklinde bir atasözümüz bulunmaktadır. Kişi bu eleştirel bölgeyi sadece aşık olduğu kişiye karşı kaybetmektedir onun dışında diğer insanlara karşı eleştirel düşünmeye devam eder (akt. Öktem Tanör, 2013).
KAYNAKÇA
Bartles, A. ve Zeki, S. (2000). The neural basis of romantic love. Neuroreport, 11(17), 3829-3834.
Freud, S. (2017). Aşkın psikolojisi. (A. C. İdemen, Çev.). İzmir: Cem Yayınevi.
Fromm, E. (2020). Sevme sanatı. (I. Gündüz, Çev.). İstanbul: Say Yayınları.
Kernberg, O.F. (1995). Love relations Normality and Pathology. New Haven, Yale University Press.
Öktem Tanör, Ö. (2013). Aşkın nöral temelleri. Erişim Tarihi: 18.07.2022, https://noropsikoloji.org/askin-noral-temelleri/
Rotenberg, K.J., Shewchuk, V.A. ve Kimberley T. (2001). Loneliness sex romantic jealousy and powerlessness. Journal of Social and Personal Relationships, 18(1), 55-79.
Strenberg, R.J. (1999). Cupid’s Arrow: The courseof love through time. UK, Cambridge University Press.
Learn MoreDistimi
Nevrotik deprsyon olarak da bilinen distimi,ciddi bir kronik depresyon durumudur.Süregiden depresif bozukluk, (Distimi) majör depresif bozukluktan daha az şiddetlidir. Birden fazla ayırt edici tanısı olmasına karşı en önemlisi majör depresyona göre daha uzun süreli,kronik depresyon durumudur.
Distimi’nin ortaya çıktığı yaş skalası geniştir.Hemen her dönemde ortaya çıkabilir.Semptomların kendini ilk gösterişi ise genellikle çocukluk-ergenlik ya da genç yetişkinik dönemindedir.
Sebep olacak birden fazla unsur vardır.Bunlardan bazıları:
-Beyin Kimyası:Nöronlar arasında veya bir nöron ile başka bir hücre arasındaki iletişimi sağlayan kimyasalların ( nörotransmitter) denge durumundaki değişiklik,uzun süreli stres ve diğer çevresel faktörler beynin kimyasını değiştirebilir.
-Çevresel Faktörler:Bireye özgü olarak çeşitlendirilebilir.Genel olarak kayıp,yas,travma,stres gibi durumlar neden olabilir.
-Genetik:Araştırmalara göre depresyon aile üyelerinden depresyon öyküsüne dahip olmanın bireyin içinde bulunduğu familyada depresyon geliştirme riskini iki katına çıkardığı gözlemlenmektedir.
Peki distimi belirtileri nelerdir?
Amerikan Psikiyatri Birliği Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Kitabına göre:
A. En az iki yıl süreyle, çoğu gün, günün büyük bir bölümünde, kişinin söylediği ya da başkalarınca gözlendiği üzere, çökkün duygudurum vardır.
B. Depresyondayken aşağıdakilerden ikisinin (ya da daha çoğunun) varlığı:
1. Yeme isteğinde azalma ya da aşırı yemek yeme.
2. Uykusuzluk çekme ya da aşırı uyku uyuma.
3. İçsel güçte (enerji düzeyinde) azalma ya da bitkinlik.
4. Benlik saygısında azalma.
5. Odaklanamama ya da karar vermekte güçlük çekme.
6. Umutsuzluk duyguları.
C. Bu bozukluğun iki yıllık (çocuklarda ya da ergenlerde bir yıllık) süresinde, kişide, bir kezde, iki aydan daha uzun bir süre, A ve B tanı ölçütlerinde sayılan belirtilerinin olmadığı olmamıştır.
D. Yeğin depresyon bozukluğu için tanı ölçütleri, iki yıl süreyle, sürekli olarak bulunabilir.
E. Hiçbir zaman bir mani dönemi ya da bir hipomani dönemi geçirilmemiştir ve siklotimi bozukluğu için tanı ölçütleri hiçbir zaman karşılamamıştır.
F. Bu bozukluk, süregiden şizoduygulanımsal bozukluk, şizofreni, sanrılı bozukluk ya da şizofreni açılımı kapsamında ve psikozla giden tanımlanmış ya da tanımlanmamış diğer bozukluklarla daha iyi açıklanamaz.
G. Bu belirtiler, bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun (örn. hipotiroidi) fizyolojiyle ilgili etkilerine bağlanamaz.
H. Yeğin depresyon döneminin ortaya çıkışı şizoduygulanımsal bozukluk, şizofreni, şizofrenimsi bozukluk, sanrılı bozukluk ya da şizofreni açılımı kapsamında ve psikozla giden tanımlanmış ya da tanımlanmamış diğer bozukluklarla daha iyi açıklanamaz.
I. Bu belirtiler klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında işlevsellikte düşmeye neden olur. (American Psychiatric Association,2013).
Yazar:
Psikolog & Aile Danışmanı Büşra Taşkan
Referanslar:
American Psychiatric Association, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fifth Edition (DSM-5), Diagnostic Criteria Reference Manual, trans. Köroğlu E, Association of Medical Publications, Ankara, 2014.
Learn MoreHAYALET TİTREŞİM SENDROMU
Teknoloji insanların hayatında büyük kolaylık sağlamış ve günlük işlerimizi kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte günümüzde birçok hastalığın sebebi yine teknolojinin getirdiği dezavantajlardan dolayı olmaktadır. Teknoloji geliştikçe bizi psikolojik ve fiziksel açıdan değişime uğratmaktadır. Bu değişimin getirdiği sorunlardan birisi de hayalet titreşim sendromudur. Bir modern zaman sendromu da diyebiliriz belki buna.
Neredeyse 6. duyu organımız haline gelen cep telefonlarımız bizi yanıltmaya başladı. Kullanımı her geçen gün artan telefonlarımızın çantamızda ve cebimizde titreyerek bildirim habercisi olması yeni bir sendromun hayatımıza girmesine neden oldu. Hayalet uzuv sendromu olarak da tanımlanan bu durum cep telefonlar için yapılan “6. uzuv” benzetmesini haklı çıkarıyor.(trthaber.com)
Hayalet Titreşim Sendromu Neden Olur?
Sinirbilimcilere göre bu hissin asıl sebebi sosyal medya paylaşımlarının beynimizde dopamin adı verilen mutluluk hormonunu arttırması. Elimizden düşürmediğimiz telefonumuza bir süre bildirim gelmemesi, beynimizin bağımlı olduğu bu dopamini alamaması anlamına geliyor. Beklediği sinyali alamayan beyin, psikoza benzer bir durum yaratıyor. Titreşim sesi duyuyormuşsunuz veya titreşimi hissediyormuşsunuz gibi düşünmenize yol açıyor.
Teknoloji devrimi ile hayatlarımıza etki eden pek çok faktör var. Bunlardan birisi, belki de en önemlisi akıllı telefonlar ve internet erişimi. Günlük hayatımızın hemen her anının vazgeçilmezi olan akıllı telefonlar aracılığı ile sosyal medya kullanımı, sürekli çevrimiçi olma, gelişmelerden haberdar olma, varlığını sanal ağlar üzerinden ispat etme durumu gibi çok çeşitli haller ortaya çıkmıştır. Hayalet Titreşim Sendromu’nun geçmişine baktığımızda çok fazla uzaklaşmadan nomofobi ile karşılaşıyoruz. İngilizce “no mobilephone phobia” ifadesinin kısaltması olan “nomofobi”nin Türkçe karşılığı “akıllı telefonsuz kalma korkusu” olarak geçiyor (gencdergisi.com).
Modern zamanın en büyük problemlerinden biri de gelişen sanal dünya ile duygularımızın da değişmesidir. İnsan, doğası gereği sosyal bir canlıdır. Sanal ortam ve telefonlar, bu yönümüzü besler. Bizler bu araçlardan beslenirken bunları birden zevkle elimizden bırakabileceğimizi zaten düşünmüyorum. Yine de adım adım bazen canımızın sıkılmasına, yalnız kalmaya, farklı alışkanlıklar edinmeye alan açmamız gerektiğini düşünüyorum. Umarım siz de kendinize farklı alanlar açma fırsatını verebilirsiniz.
Kaynakça:
Learn More