WERNİCKE KORSAKOFF SENDROMU
Islak beyin olarak da adlandırılan Wernicke Korsakoff sendromu, 19. Yüzyılda tanımlanan ve B1 vitamini (tiamin) eksikliği sonucu beyindeki bozulmalarla ortaya çıkan nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Bu sendrom, Wernicke ensefalopatisinin ve Korsakoff psikozunun birbiri ile ilişkili sendromlarıdır. İlk kez 1881 yılında Carl Wernicke üç hastaya yaptığı klinik-patoloji gözlem ile nörolojik belirtileri ortaya konmuştur. 1887 yılında ise Sergei Sergeievich Korsakoff bu sendromun psikopatolojik belirtilerini inceleyip ortaya çıkarmıştır.
Wernicke ensefalopatisini incelediğimizde bunun üç temel semptomunu görürüz. Bunlar; istemsiz göz hareketleri (nistagmus), istemli hareketleri koordine edememe (ataksi), amnezi ya da konfüzyondur. Korsakoff psikozuna baktığımızda ise kısa süreli hafıza kaybı, oryantasyon bozukluğu, yeni anı oluşturamama, öğrenmede güçlük, halüsinasyon, görüş bozukluğu ve masallama (konfabülasyon) belirtileri vardır. Bazı bireylerde uzun süreli hafıza kayıpları da görülebilmektedir. Buradaki en önemli detaylardan biri Wernicke ensefalopatisi tedavi edilmez ise geri dönüşümsüz olarak Korsakoff sendromuna geçiş yapmasıdır ve bu iki bozukluk beraber ortaya çıktığında Wernicke Korsakoff sendromu olarak tanımlanır (Cook vs. ark, 1998).
Peki bu hastalık nasıl ortaya çıkar ve ortaya çıktıktan sonra nelerler karşılaşılır? Wernicke Korsakoff sendromunun çoğunlukla ortaya çıkma sebebi alkol kullanımından olmaktadır. Ancak vücutta B1 vitamini alımına engel olan sadece bu değildir. Bunun dışında beslenmenin yetersiz olması ve açlık grevleri, yeme bozuklukları ve buna örnek olarak mide rahatsızlıkları, AIDS, kanser, kusma, böbrek hastalıkları ve obezite cerrahisinin de sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Yapılan araştırmalarda bazı bireylerde görülen Wernicke Korsakoff sendromunda oluşan kalıtımsal faktörlerin genetik yatkınlık nedeni ile olabileceği görülmüştür. Ancak genetik yatkınlığın hastalığın görülmesinde hangi rolü oynadığını anlayabilmek için çalışmalara devam edilmesi gerektiği söylenmektedir. 30-70 yaş arasında daha sık rastlanan bu hastalığın, erkeklerde kadınlardan daha çok görüldüğüne de rastlanmıştır (Karayel, Sav, 2004).
Bu sendrom ortaya çıktıktan sonra bireylerin kas gücünde azalma, yürüyüşte değişimler, sosyal olarak etkileşimde zorlanma, beyinde kalıcı hasara yol açması ile başlayan hafıza ve düşünme becerilerinde düşüş görülmektedir. Erken teşhişlerde yapılan tiamin takviyesi ve alkolden uzak durması ile bazı hasarlar tam tersine çevirilebilir. Ancak beyin hasarı başladıktan sonra iyileşme olması pek olası değildir.
Yaşam fonksiyonları etkileyen ve psikolojik problemleri ortaya çıkaran bu hastalıkta erken tedavi önemli bir detaydır. Erken müdaheleye rağmen tamamen iyileşmeyen bireyler, zihinsel bozuklukların ve duygusal bozuklukların tedavisi için psikoterapi ve uzun süreli rehabilitasyondan yararlanmaya, destek almaya ihtiyaç duyabilirler (Özata, 2021).
REFERANS
Cook, C. C. H., Hallwood, P. M., Thomson A. D. (1998). B Vitamin Deficiency and Neuropsychiatric Syndromes in Alcohol Misuse. Alcohol & Alcoholism, 33 (4), 317-336.
Karayel, F., Sav, A. M. (2004). Merkezi Sinir Sistemi Metabolik Hastalıklarındaki Patolojik Bulguların Adli Tıp Açısından Önemi. Türk Ekopatoloji Dergisi, 10 (1-2), 39-42.
Özata, M. (2021). Enerji, Beyin, Diyabet, Bağırsak, Kalp ve Koronavirüs Desteği Tiamin Mucizesi. İstanbul: Efe Akademi.
Learn MoreKlasik Koşullanma Perspektifi Üzerinden Fobiler
‘Klasik Koşullanma’, Rus fizyolog Ivan Pavlov tarafından keşfedilmiş ve psikolojideki ‘davranışcı yaklaşımını’ etkilemiştir. Amaç organizmaların doğal uyarıcılara verdiği doğal tepkileri, yapay uyarıcılara da verip vermediğini denemek için yapılan deneyler bütünü ve çevresel bir uyaran ile doğal olarak oluşan bir uyaran arasındaki ilişkiler yoluyla ortaya çıkan bir öğrenme sürecidir. Klasik koşullanma terimini daha iyi anlamak için çoğu kişinin aşina olduğu ‘Pavlov’un köpeği’ deneyine göz atalım;
Tüm köpekler kendileri için doğal bir uyarıcı olan ete karşı doğal bir tepki vermektedirler. Salyalar ise Köpeklerin doğal tepkisidir. Klasik koşullanmada ilk olarak köpeğe doğal uyarıcı olarak et verilir. Bu doğal uyarıcı karşısında köpek, salyasını vermektedir. Pavlov ikinci adımda ise köpeğe doğal uyarıcı olan et verirken bunun yanında da yapay uyarıcı olan zili çalmaya başlamıştır. Bu durum bir süre devam edince, köpek zil çalınca kendisini et verileceğini öğrenmiş, yani bu duruma koşullanmıştır. Pavlov bir süre sonra köpeğine et vermeyip sadece zil çalmıştır ve köpeği tekrar salya tepkisi vermiştir. Böylece köpeklerin koşullanma yolu ile yapay uyarıcılara da tepki verdiğini saptamıştır.
Klasik Koşullanmanın fobilerimiz üzerinde bir etkisi var mı?
Klasik koşullanma, fobileri hem daha iyi anlamamızda hem de tedavi sürecinde kullanılır. Fobiler, bir objeye veya duruma karşı geliştirdiğimiz ‘aşırı’ ve ‘mantıksız’ korkularımızdır. Daha az uyarlanabilir fobiler, orantılı bir tehlikenin olmadığı durumlarda nesnelere veya durumlara karşı korkunun aşırı tezahürleridir.
Fobik tepkilerin bir açıklaması olarak koşullandırma, Watson ve Rayner’ın (1920) daha önce nötr olan bir uyarana karşı caydırıcı ve kaçınmacı tepkilerin öğrenilebileceğini gösteren ünlü gösteriminden doğdu. Bu iki isim, İnsanlarda korku tepkisinin klasik koşullanma yoluyla öğrenilip öğrenilemeyeceğini incelemek için bir laboratuvar deneyi gerçekleştirdi. Bu deney, insanlarda klasik koşullanma süreci yoluyla bir korku tepkisinin uyarılabileceğini gösterdi.
Buna ek olarak, Little Albert (Küçük Albert) deneyinde de benzer objelere korku geliştirilebileceği öne sürüldü. Küçük Albert başlangıçta beyaz bir fareden hiç korkmamış; ancak fare tekrar tekrar yüksek, korkutucu seslerle eşleştirildikten sonra, fare oradayken Albert ağlamıştı. Çocuğun korkusu diğer bulanık beyaz nesnelere de genelleşmiştir ve Albert artık sadece fareden değil başka bir ‘beyaz’ ve ‘tüylü’ bir nesne ile karşılaştığı zaman korku duymuş ve ağlamaya başlamıştır.
Watson’ın kendisi tutarlı bir fobi edinme teorisi formüle etmemiş olsa da, çalışmadan çıkan sonuç, aşırı ve kalıcı korkunun (yani bir fobinin), bazı korku uyandıran veya travmatik olaylara zamansal yakınlıkta bir uyaran deneyimlenmesi yoluyla kazanılabileceğiydi. Bu deney bizlere fobilerin nasıl klasik koşullanma üzerinden inşaa edilebileceğini sunuyor. Daha sonra yapılan araştırmalarda ise ‘’Klinik hastalarının büyük bir çoğunluğunun, fobilerin doğrudan koşullandırma deneyimlerine atfettiklerini buldular’’ (Hofmann et al., 1995, p. 567).
Fobilerin oluşumunu sadece klasik koşullama ile açıklamak doğru değildir. Ancak, bizlere fobiler açısından farklı bir perspektif sunabilir.
Referanslar;
Wikipedia contributors. (2016, April 7). Klasik koşullanma. Vikipedi. https://tr.wikipedia.org/wiki/ Klasik_ko%C5%9Fullanma
Field, A. P. (2006). Is conditioning a useful framework for understanding the development and treatment of phobias? Clinical Psychology Review, 26(7), 857–875. https://doi.org/10.1016/ j.cpr.2005.05.010
Coelho, C. M., & Purkis, H. (2009). The Origins of Specific Phobias: Influential Theories and Current Perspectives. Review of General Psychology, 13(4), 335–348. https://doi.org/10.1037/ a0017759
Hoffman, S. G., Ehlers, A., & Roth, W. (1995). Conditioning theory: a model for etiology of public speaking anxiety? Behav. Res. Ther., 33(5), 567-571.
Learn MoreSOSYAL KAYGI BOZUKLUĞU NEDİR?
Sosyal kaygı bozukluğu, kişinin çevresindekilerin gözlerinin sürekli kendi üzerinde hissetmesinden veya bilmediği bir ortamda bulunmasından dolayı yaşadığı bir çeşit korkudur. Bireyler bu durumlarda, yüzlerinin kızarmasından ya da ellerinin terlemesinden korku duyarlar. Özellikle topluluk önünde konuşma yapmak ya da kalabalık önünde herhangi bir iş yapmak kişide kaygı oluşmasına neden olur. Sosyal kaygı bozukluğu olan kişiler, başkalarının onları incelemesinden korkarlar ve bu yüzden de bu durumdan kaçınırlar. Bu durumun oluşmasının sebebi kişinin başkaları tarafından aşağılanacağı düşüncesidir(Şahin, 2017).
Sosyal kaygı bozukluğu DSM IV-TR’de sosyal fobi olarak adlandırılmaktaydı; ancak DSM-5’te Sosyal Kaygı Bozukluğu adını almıştır. Bu durumun nedeni sosyal kaygının fobibin aksine hayatın birçok alanına yayılmasıdır(Şahin,2017). Yeni bir ortamda bulunmak ya da yeni biriyle tanışmak bazen utangaçlık olarak düşünülmektedir. Sosyal kaygı bozukluğu bazen utangaçlıkla karıştırılabilir. Sosyal kaygı bozukluğu olan kişiler utangaç bireylere göre sosyal ortamlardan daha fazla kaçınmaktadır(Stein ve Stein, 2008).
Sosyal kaygı bozukluğu, genel olarak erken başlangıçlıdır ve ergenlik döneminde başlaması muhtemeldir. Bazı araştırmalarda erken çocukluk döneminde de görülebildiği belirtilmiştir(Şahin, 2017). Ergenlik çağı, kimlik oluşturulması bakımından oldukça önemli bir dönemdir. Benlik saygısı, bireyin kendini değerlendirdiğinde ulaştığı benlik algısının diğer kişiler tarafından olumlu karşılanmasından doğan bir kavramdır. Yani birey kendini çalışkan bir kişi olarak tanımlıyorsa, diğer insanların ona atfettiği çalışkan sıfatı benlik saygısını arttıracaktır. Bireyin benlik saygısı yüksekse özgüveni ve insanlarla olan ilişkileri de buna bağlı olarak pozitif yönde artmaktadır. Ergenlik döneminde bireyler dış görünüşlerine ve diğer insanlarla olan ilişkilerine dikkat etmektedir. Birey kendini beğenmediğinde ya da değersiz hissettiğinde benlik saygısı da azalacaktır. Bu nedenle kaygı duyacaktır. Ergenlik çağında kişiler görünüşleriyle fazlaca ilgilendiği için sosyal kaygı bozukluğu geliştirme ihtimalleri daha fazla olacaktır(Özcan ve ark., 2013).
KAYNAKÇA
Chavira, D. A. ve Stein, M. B. (2005). Childhood Social Anxiety Disorder: From Understanding to Treatment. Child and Adolescent Psychiatric Clinics of North America, 14(4), 797–818. doi:10.1016/j.chc.2005.05.003
Stein, M. B. ve Stein, D. J. (2008). Social anxiety disorder. The Lancet, 371(9618), 1115–1125. doi:10.1016/s0140-6736(08)60488-2
Özcan, H., Subaşı, B., Budak, B., Çelik, M., Gürel, S., ve Yıldız, M. (2013). Ergenlik ve Genç Yetişkinlik Dönemindeki Kadınlarda Benlik Saygısı, Sosyal Görünüş Kaygısı, Depresyon ve Anksiyete İlişkisi. Journal of Mood Disorders, 3(3), 107-113 doi:10.5455/jmood.20130507015148
Şahin, M.(Ed.). (2017). Anormal Psikoloji. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık
Learn MoreKADINA YÖNELİK ŞİDDETTE AİLE VE TOPLUM ETKİSİ
Kadına yönelik şiddet, kadınlara uzun ve kısa vadede psikolojik, fiziksel, ekonomik her açıdan hasar veren, günden güne artan zarar verici bir eylemdir. Bu noktada, kadına yönelik şiddetin aile dinamikleri ve toplumla ilişkisine bakmak bu şiddet türünü anlamamızı sağlayacaktır. Şiddet, toplumsal olarak aile içinde yaşanan mahrem olarak algıladığından kadın bu sorunu en yakın kişilere bile aktarmaktan çekinmekte ve bilinmesini istememektedir. Aile içinde ortaya çıkan şiddete toplum içerisinde yer alan kişiler çoğunlukla yardım etmek yerine “kol kırılır, yen içinde kalır” gibi kalıplaşmış düşüncelerle aile birliğinin sürdürülmesi adına ya kadın suçlanmakta ya da sessiz kalınması önerilmektedir (Sabit, 2019).
Klasik modernleşme teorilerinin iddia ettiği gibi toplumların ekonomik refah düzeyleri ve bireylerin eğitim seviyeleri arttıkça toplumsal sorunlar da ortadan kalkacak tarzında yaklaşımın çok da doğrulanmadığı görülmektedir. Artan refaha ve eğitim olanaklarına rağmen gerek ülkemizde gerekse dünyada en önemli toplumsal sorunlardan biri olan şiddetin neden var olmaya belki de artarak var olmaya devam ettiği cevap verilmesi gereken önemli bir soru olarak insanlığın önünde durmaktadır. Bu noktada, bu soruya verilebilecek bir cevap arayışı içerisinde, toplumda bireylerin eşyaya ve olaylara bakış açısını ve dolayısıyla da tutumlarını şekillendiren ve karşılaştıkları somut durumlar karşısında verdikleri tepkilerin neler olabileceğini düzenleyen kültürel kalıpların araştırılması yararlı olacaktır (Özer, 2012).
Diğer taraftan Psikanalitik kuram kadına yönelik şiddet uygulayan bireylerin bazı kişisel bozuklukları ve ruhsal hastalıkları bulunabileceğini belirtmektedir. Örneğin, Psikanalitik kurama göre şiddet içeren eylemlerde bulunanlar, toplumdaki diğer insanlardan farklı olan hasta bireyler olarak kabul görmektedirler. Psikanalitik kuram erkeğin şiddete daha fazla eğilimli olmasını her ne kadar kişisel özellikler, bedensel ve ruhsal hastalıklarla ilişkilendirse de bu bakış açısından dolayı çok fazla eleştiri almaktadır (İskoçya, Kadına Yardım Raporu, 2016). Zira erkek zihinsel olarak hasta kabul edildiğinde neden eşi ya da partneri dışında kimseye saldırmadığını kuram açıklayamamaktadır. Sosyal öğrenme kuramına ve feminist bakış açısına göre, insanlar toplumun normlarını, kurallarını, o topluma uygun bireyler olmayı toplum içerisinde sosyalleşerek öğrenirler. Ailede anne ve baba çocuklara rol model olarak toplumu çocuklarına aktarırlar(Akçıl ve Gedik, 2020).
Bu teorilerden de anlaşılacağı üzere, kadına yönelik şiddeti etkileyen en önemli faktörler arasında aile ve toplum gelmektedir. Sonuçta, şiddeti önlemek için hepimizin yapması gereken şey, aileyi bilinçlendirmek ve yaşadığı toplumun düşünce kalıplarını kırmaya çalışmak olmalıdır.
KAYNAK:
- Akçıl, B. ve Gedik, E.(2020). Çalışan bekâr kadınların şiddet algısı: Yozgat örneği. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 63, 228-245
- İskoçya Kadına Yardım Raporu. (2016). Theories used to explain male violence against women partners and expartners, Scottish Women’s Aid Raporu. http://www.scotland.gov.uk/Resource/Doc/925/0063072.pdf
- Özer, H. (2012). Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Aile Temi Üzerinden Türk Modernleşmesinin Seyri, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature And History Of Turkish Or Turkic Volume 7/4, Fall 2012, P. 2533-2546
- Sabit, S. (2019). Partneri tarafından şiddet görmüş kadınların, şiddet algısı, şiddete ilişkin tutumları ve kullandıkları baş etme yöntemleri arasındaki ilişkinin incelenmesi. İstanbul Gelişim Üniversitesi, Klinik Psikoloji, Yüksek Lisans Tezi.
- Straus, Murray, (1991), “New Theory and Old Canards About Family Violence Research”, Social Problems, C.38, ss.180-197.
- Sydney-sims-fZ2hMpHIrbI-unsplash.jpg
Bipolar Bozukluğun Yaşam Kalitesi Üzerindeki Etkileri
Kişinin erken dönemde bipolar bozukluğa sahip olduğunu öğrenmesi, kişi için çok yorucu ve stres verici bir durum oluşturmaktadır. Bipolar bozukluğa sahip olduğunu öğrendikten sonra kişi yapacağı birçok etkinlikten uzak kalarak yaşam kalitesini kötü yönde etkileyebilmektedir. Erken dönem teşhis önemli olsa dahi ne kadar erken teşhis konulursa birey ve yaşantısı bipolar bozuklukla o kadar uzun süre beraber olacaktır (Öksüz, 2011). Bireyin içinde bulunduğu yaşam şartları, atakların geçirilmesi riskini arttırabilmektedir. Bu hastalığa sahip olan bireylerin dönemler arasında yaşadıkları geçişler birbirlerini takip etmektedirler. Bu dönemlerin ortaya çıkmasındaki hızda kişinin çevresiyle etkileşimi önemlidir. Kişinin yaşadığı herhangi bir şey onu depresif ya da manik döneme sokabilir (Kara Özer, Uluşahin ve Kabakçı, 2001). Hastalığın tekrar edici özelliğinin olması bir yandan iyi bir durumdur çünkü kişinin herhangi bir döneme gireceği sıradaki yaşanılanlar bilinmektedir ve böylelikle kişinin dönemlerden daha az etkilenmesi sağlanabilmektedir. Dönemler arasında yaşanan geçişlerle birlikte hastaların yaşadığı zorluklar fazlalaşmaya başlar (Eroğlu ve Özpoyraz, 2010). Yaptıkları işlerde ki başarı oranlarında ciddi düzeylerde düşmeler gözlemlenene bilmektedir. Bu da kişinin depresif döneme girmesi için bir nedendir. Depresif dönemde olan bireyler boş zaman etkinliklerini yapmak istememektedir. Bu da kişinin sosyal açıdan kendisini geri çekmesine neden olmaktadır. Yaşam standartları azalan hasta, sosyal çevresinden de uzaklaşınca kendine bir boşlukta bulur ve intihar etme planlarında ya da girişimlerinde bulunabilir (Çörekçioğlu, 2016). Böyle durumlarda hastaların özgüvenleri yerle bir olmaktadır ve özgüven yitimi sonucunda hastalar intihar etmektedir. Yaşanan dönemlerin yanı sıra hastaların hayatını etkileyen bir diğer etken ise hastalığın tedavisi için kullanılan ilaçlardır. Kullanılan ilaçlar hastaya biyolojik olarak zarar verebilmektedir. Bu biyolojik zararların sonuçları ölümle bile sonuçlanabilmektedir (Yeloğlu ve Hocaoğlu, 2017). Hastaların ataktan sonra yirmi dört saatlik dilimde, biyokimyasal ve psikolojik olarak vücut saatleri ile uyku düzenlerinde bozulmalar meydana gelmektedir. Meydana gelen bu bozulmalar kişinin gün içerisindeki davranışlarını etkilemektedir (Sayar, Özten ve Ünsalver, 2014). Birbirini takip eden dönemler bireyi bedensel ve duygusal olarak yormaktadır. Ataklar bireyin çevresi ile olan düzenini bozmaktadır. Hastaların durağan dönemde dahi yaşam standartları düşük seviyededir (Çoban, Özkan, Medik ve Saraç, 2013). Yapılan bir araştırma sonucunda manik dönemde yapılan davranışların çevre üzerinde, kişinin bedensel aktivitelerinde ve duygusal anlamda etkileri incelenmiştir. Araştırmanın sonucunda birey üzerindeki bu etkilerin yaşam standardını düşürdüğü gözlemlenmiştir. Manik dönemde olan bireyler birinin hayatını sonlandırmaya kalkışabilir. Birçok yüksek kademeli insanı öldürmekle tehdit edebilirler (Yıldırım, 2014). Hastalığın durağan döneminde bile yaşam standartlarının düştüğü göz önüne alındığı zaman bireyin tedavi olması şarttır. İyi bir tedavi sürecinin hastaların yaşam standardını yükseltebileceği göz önünde bulundurulmalıdır (Eroğlu ve Özpoyraz, 2010).
Yazar:
Psikolog Fulya Toy
Referanslar:
Çoban, S. A., Özkan, B., Medik, K. ve Saraç, B. (2013, Ekim). Bipolar bozukluğu olan bireyler ve bakımverenlerinin yaşam kalitesi. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 4.cilt (2.sayı), 61-66. doi: 10.5505/phd.2013.58070
Çörekçioğlu, S. (2016). Bipolar bozuklukta anksiyete duyarlılığı, dürtüsellik ve ilişkili etmenler. (Tıpta Uzmanlık Tezi). TC. Sağlık Bakanlığı İstanbul Bakırköy Bölgesi Kamu Hastaneleri Birliği Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İstanbul.
Eroğlu, M., Z. ve Özpoyraz, N. (2010). Bipolar bozuklukta korucu tedavi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 2.cilt (2.sayı), 206-236.
Öksüz, T. (2011). Bipolar bozukluğu olan bireylerde kişilik özellikleri ile stresle başa çıkma tutumları ilişkisinin incelenmesi ve bipolar bozukluğu olmayan bireyler ile karşılaştırılması. (Yüksek Lisans Tezi). Maltepe Üniversitesi, İstanbul.
Kara Özer, S., Uluşahin, A. ve Kabakçı, E. (2001). Bipolar hastalarda ataklar arası dönemde tedavi ve gidiş ilişkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 12.cilt (2.sayı), 111-120.
Sayar, G. H., Özten, E. ve Ünsalver, B., Ö. (2014). Bipolar bozuklukta kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisinin temel ilkeleri. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 6.cilt (4.sayı), 438-446. doi: 10.5455/cap.20140115123942
Yeloğlu, Ç., H. ve Hocaoğlu, Ç. (2017). Önemli bir ruh sağlığı sorunu: bipolar bozukluk. Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Dergisi, 8.cilt (30.sayı), 41-54. doi: 10.17944/mkutfd.323344
Learn MoreDUYGUSAL YEME
Dünyaya geldiği andan itibaren insanların hayatlarını devam ettirebilmek, büyümek, gelişmek ve üretken olabilmeleri adına vücutlarına yeterli besin almalarına, beslenme adı verilmektedir. Buna bağlı olarak, kişinin beslenmesini bilinçli bir şekilde gerçekleştirmesi gerekmektedir (Baysal, 2007). Her ne kadar beslenme fizyolojik bir gereksinim olarak görülse de psikolojik açıdan da oldukça önemli bir rolü vardır. İnsanlar üzgün, öfkeli, baskı altında, heyecanlı, stresli ya da mutlu hissettikleri durumlarda da yeme davranışında artma ya da azalma gözlemlenebilmektedir (Konttinen, 2012). Bu gibi durumlarda, herhangi bir fizyolojiye bağlı olmadan, yemek yeme zamanı gelmeden ya da herhangi bir sosyal gereklilik olmadan, duygulanıma karşı gerçekleştirilen yemek yeme davranışı duygusal yeme olarak adlandırılmaktadır (Sevinçer ve Konuk, 2013). Duygusal yemek yemeye sebep olan duygusal açlık fizyolojik açlıktan, beklenmedik bir şekilde başlaması ve bireyin yiyecek ayrımı yapmadan özellikle şekerli, tuzlu ve yağlı yiyeceklerin tercih edilmesi yönüyle farklılaşmaktadır (Benton ve Donohoe, 1999).
Yapılan araştırmalarla bireylerin yeme davranışını ve duygusal durumları arasındaki ilişki incelenmiştir. Macht (2008) araştırmaya katılan bireyler arasında farklılar olduğunu belirtmiş olsa da genellikle stres, depresyon, öfke ve anksiyete gibi olumsuz olarak adlandırılan duyguların, yeme davranışının artmasına neden olduğunu ve bireylerin beslenme ile ilgili alışkanlıklarında değişimlere neden olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık yapılan başka bir araştırmada mutluluk gibi pozitif olarak adlandırılan duyguların vücuda alınan besinlerden zevk almaya ve sağlıklı besinlerin tercih edilmesine sebep olmuştur (Macht, Roth ve Ellgring, 2002). Literatür incelendiğinde duygusal yemenin; stres, depresyon, ebeveyn modellemesi, öfke, can sıkıntısı ve mutlulukla ilişkili olduğu gözlemlenmiştir. Son zamanlarda duygusal yemenin, obezite ve beden kitle indeksiyle ilişkili olduğu görülmüştür, bu sebeple tedavi kısmında psikoterapinin önemi de oldukça artmıştır (İnalkaç ve Arslantaş, 2018).
Duygusal yeme hakkında bilinçlenmenin, okumanın tedavide destekleyici olduğu gözlemlenmiş olsa dahi bu konuyla ilgili yeterli araştırma bulunmadığı için, kesinlikle okumanın tedavi edici bir unsur olduğu söylenmemektedir (Troscianko, 2018). Bunun dışında bireylere yedikleri yiyecekler hakkında farkındalık kazandırmak oldukça önemlidir. Bireylerin besinlerin hangisini, nerede ve nasıl yiyeceğini düşünmesi; dış etmenlerin yemek yeme üzerinde yarattığı etkiyi fark etmesi ve besinlerle ilgili yargılamalar yapabilmesi, farkındalığın oluştuğunu göstermektedir (Çolak ve Aktaç, 2019). Bunun yanı sıra sezgisel yeme eğitimi de duygusal yemek yeme ile başa çıkmada destekleyicidir. Bu eğitimde bireylerin acıkma ve doyma gibi yemek yemeye başlama ve sonlandırma üzerinde durulmaktadır (Özkan ve Bilici, 2018). Düzenli bir tedavi, farkındalık ve duyguların kontrolü tedavide oldukça önemlidir ve tedavinin etkililiğini arttırmaktadır (Woolsey ve ark., 2013).
KAYNAKÇA
Baysal, A. (2007). Beslenme. 11. Baskı, Ankara, Hatiboğlu Yayınevi.
Benton, D., ve Donohoe, R. T. (1999). The effects of nutrition on mood. Public Health Nutrition, 2(3), 403-409.
Çolak, H., ve Aktaç, Ş. (2019). Ağırlık yönetimine yeni bir yaklaşım: Yeme farkındalığı. Adnan Menderes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, 3(3), 212-222.
İnalkaç, S., ve Arslantaş, H. (2018). Duygusal yeme. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 27(1), 70-82.
Konttinen, H. (2012). Dietary habits and obesity: The role of emotional and cognitive factors. (Academic Dissertation, Helsinki University of Social Research Department), Finland.
Macht, M., Roth, S., ve Ellgring, H. (2002). Chocolate eating in healthy men during experimentally induced sadness and joy. Appetite 39(2), 147-58.
Macht, M. (2008). How emotions affect eating: A five-way model. Appetite 50(1), 1- 11.
Özkan, N. ve Bilici, S. (2018). Yeme davranışında yeni yaklaşımlar: Sezgisel yeme ve yeme farkındalığı. Gazi Sağlık Bilimleri Dergisi, 3(2), 16-24.
Sevinçer, G., M. ve Konuk, N. (2013). Emosyonel yeme. Journal of Mood Disorders, 3(4), 171-178.
Troscianko, E., T. (2018). Literary reading and eating disorders: survey evidence of therapeutic help and harm. Journal of Eating Disorders, 6(8), 3-17.
Woolsey, L., Mannion, J., Williams, R. D., Steffen, W., Aruguete, M. S., Evans, M. W., Spradley, B. D., Jacobson, B. H., Edwards, W. W., Kensinger, W. S., ve Beck, N. C. (2013). Understanding emotional and binge eating: From sports training to tailgating. The Sport Journal, 16, 1-16s
Learn MoreTravmatik Beyin Hasarlarında GörülenPsikopatolojik Sorunlar
Travmatik beyin hasarları dış bir etken ile meydana gelen, motor becerilerini veya yürütücü işlev becerilerini bozan sağlık problemidir. Yürüme, görme, işitme ve yutmada zorluk gibi fiziksel sorunlar olabileceği gibi dikkat, algılama, anlama, dil ve konuşmada bozukluk gibi bilişsel sorunlar da olabilir, bunların beraberinde de psikolojik problemler ortaya çıkabilir. Ancak beyin hasarından sonra bu sorunlar hemen ayırt edilemeyebilir, etkilerin ortaya çıkışı saatler, günler, haftalar hatta aylarda sürebilir. Travmatik beyin hasarlarında kaynaklanan bu durum kısaca ‘sessiz salgın’ olarak açıklanmaktadır. Hasarın tesiri yaşanılan duruma göre hafif, orta ve ağır seviyelerde olabilmekte ve bunlara bağlı olarak psikolojik problemlerde de değişiklikler görülebilmektedir (Erim vd., 2021).
Erken dönemdeki travmatik beyin hasarlarında amnezi (hafıza kaybı), oryantasyonda bozulma ve konfüzyon (bilinç bulanıklığı) ile karşılaşıldığında amnezinin süresi, beyin hasarının kriterleri olarak kullanılmaktadır. Hastaların yaşadıkları kazayı reddetme, anılarla gelen öfke ve sıkıntı gibi davranış bozuklukları da hasarın şiddeti ile ilgili bilgi vermektedir (B. Sadock, V. Sadock, 2000).
Travmatik beyin hasarlarında sıklıkla görülen bozukluklardan biri anksiyetedir. Bu bozuklukla sosyal aktivitelerden uzak durma, yaşanılan olayları ani şekilde hatırlama, obsesif kompulsif davranışlar, düşünmekte zorlanma, uyumakta zorluk çekme, tedirginlik ve gerginlik gibi bir çok problemle baş edilmektedir. Diğer bir bozukluk ise depresif bozukluktur. Beyin hasarlı hastalarla yapılan bir araştırmada majör ve minör depresyonun travmaya bağlı geliştiği gözlemlenmiştir. Ayrıca mani de bu hasarın bir sonucu olarak görülmüş ve bireylerin duygudurumunda heyecan, rahatsızlık ve öforik davranışlar ortaya çıkmıştır (Jorge vd., 2004).
Demans, deliryum ve kişilik bozuklukları da beyin hasarlarında ortaya çıkan diğer bozukluklardandır ve bu bozukluklar bireyin sosyal ve iş çevresinde sıkıntılara neden olmaktadır. Günümüzde buna örnek olarak gösterilen vakalardan biri Phineas Gage vakasıdır. Demiryolu şirketinde çalışan Gage son derece kibar, bakımlı, disiplinli, atletik yapıda ve insanların sevdiği biri iken bir patlama sonucunda sol yanağından girip kafatasını delerek prefrontal korteksini parçalayan demir levye ile tam tersi kişilikte herkese küfür eden, kaba, saygısız ve düzensiz biri olmuştur.
Yaşanılan bu kaza ile ortaya çıkan sonuçta travmatik beyin hasarlarında kişilik değişikliklerinin oluştuğu ve bunun hem bireyi hem de çevresindeki insanları psikolojik olarak olumsuz yönde etkilediği görülmüştür. Hastaların bu etkileri sık olarak yaşanması ve iyileşmelerindeki gecikmelerden sonra uygulanmaya başlayan duygusal ve psikolojik destek sonucunda gözlemlenen olumlu yöndeki gelişmeler psikoterapinin önemini ortaya koymuştur.
Referans
Erim, A., Erkaya, B., Evereklioğlu G., Arslan, N., Toprak, V., Kurtuluş, Z., Polat, Z. (2021). Dil ve Konuşma Terapisti Adaylarının Travmatik Beyin Hasarına Yönwlik Bilgi Düzeylerinin Belirlenmesi. J Health Pro Res, 3(2), 55-63
http://www.academia.edu/37064340/Phineas_Gage_Vakası.docx
Jorge, R. E., Robinson, R.G., Moser D., Tateno A., Crespo-Facorro B., Arndt S. (2004). Major Depression Following Traumatic Brain Injury. Arch Gen Psychıatry, 61, 42-50
Sadock, B. J., Sadock, A. V. (Ed). (2000). Kaplan & Sadock’s Comprehensive Textbook of Psychiatry (7th ed.). Lippincott Williams & Wilkins
Learn MoreOTİZM SPEKTRUM BOZUKLUĞUNDA OTİZM
Otizm nedir, nasıl anlaşılır, anne karnında tespit edilebilir mi? gibi sorular günümüzde merak edilen sorulardan sadece birkaçıdır. Otizm, çağlar boyu var olması muhtemel bir bozukluktur. Bilim insanı Jan Itard ve Jon Hasar otizmi 1700’ lü yıllarda detaylı olarak incelemişler fakat tanı koymadan farklı kişiler olarak adlandırılmışlardır. Otizm terimi ilk olarak 1910 yılında Eugen Bleuler tarafından dış dünyaya kendini soyutlayan bireyler için kullanılmıştır. İlk klinik çalışmalar ise 1943 yılında Dr. Leo Kanner tarafından yapılmıştır. 1980 yılından sonrada otizm vakalarında yoğunluk görülmeye başlanmış bunun nedeni ise tanı kriterlerindeki değişimlerden kaynaklanmıştır (Çanak, 2008).
Peki otizm nedir? Küçük yaşlarda görülen ve hayat boyu devam eden nörogelişimsel bozukluktur. Otizm, iletişim ve sosyal ilişkilerde zayıflık, stereotipik (yineleyici) davranışlar, sınırlı ilgi alanları ile karakterize olmaktadır (APA, 2014). Bunların dışında görülen davranışlar ise bazı kokulardan, yiyeceklerden ve dokulardan aşırı hoşlanma ya da hiç hoşlanmama, işitsel ve görsel uyarıcılara aşırı reaksiyon verme ya da hiç reaksiyon vermeme, zararsız şeyler karşısında kaygılanma, çevresindeki kişilere zarar verme veya tehlikelerin farkında olmama olabilir. Ayrıca bir dil öğrenememe, yeme problemleri, öfke problemleri, uyku problemleri ve cinsel problemlerde görülebilir (alıntılayan Yezdan Karadeniz, 2007).
Otizmin sadece nörolojik değil aynı zamanda sindirim hastalıkları ile karakterize metabolik hastalıklarla birlikte gelişen bir bozukluk olduğu gözlemlenmiştir. Bu açıdan otizmli bireylerde diyet uygulanması henüz kanıtlanmasa da metabolizma açısından yardımcı olan faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Ayrıca otizmli bireyler çiğnemeyi bilmedikleri için beslenmelerinin tek çeşitli olması kabızlık veya ishal, karında şişkinli gibi şikayetlere de neden olabilmektedir. Bu konuda otizmli bireylere verilen eğitimler, ailelerin beslenme konusunda bilinçlenmeleri ve özellikle yapılan glütensiz ve kazeinsiz diyetlerin yararlı olduğu görülmektedir (Gürsoy, Andaç Öztürk, 2019).
Otizm, down sendromu gibi kromozun eksikliği veya fazlalığından kaynaklanmadığı için anne karnında teşhis edilemez. Ancak araştırmalara göre bebeklik döneminde yapılan bazı farklı davranışlar otizmin belirtisi olabilir. Örneğin; seslere ya da ismine tepki vermeme, göz temasından kaçınma, kendi başlarına ya da akran gruplarıyla oyun oynamama, eşyaları sıraya dizme, bazı eşyaları döndürme ve dönen eşyalara uzun süre bakma gibi durumlar otizm için erken tanı kriteri olabilir. Ancak otizm tanısının konulabilmesi için öncelikle bir uzman ile görüşülmesi gerekilmektedir.
Otizm tanısından sonra yapılması gereken ailenin bu konu ile ilgili bilgilendirimesi ve çocuğun eğitime yönlendirilmesidir. Eğitimlerde genellikle iletişimin, sosyal becerilerin ve olağan dışı davranışların hafifletilmesi üzerine odaklanılmıştır. Tedavideki çalışmalarda en büyük umut psikolojik kökenli olanlardır. En önemli tedavilerden biri de davranışsal tedavidir. Otizm için etkili olabilecek bir ilaç tedavisi ise henüz bulunmamıştır. Otizm gibi nörolojik bozukluklarda psikolojik tedavinin önemli bir tedavi yöntemi olduğuda bilinmelidir (Kring ve ark., 2017).
Yazar:
Pamir Sina
Referans
Amerikan Psikiyatri Birliği, (2014). Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı (DSM-5). (Köroğlu, E. çev.). Ankara: Hekimler Yayın Birliği.
Çanak, N. (2008). Otizimli Çocukların Resimlerinini İncelenmesi. Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gürsoy, G., Andaç Öztürk S. (2019). Otizm Spektrum Bozukluklarında Beslenme Yaklaşımı. Aydın Sağlık Dergisi, 5(2), 111-119.
Kring, A. M., Johnson, S. L., Davison, G., Neale, J. (2017). Anormal Psikolojisi/Psikopatoloji. İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık.
Tezdan Karadeniz, A. (2007). Otistik Çocukların Ailelerin: Nörobilişsel ve Klinik Bulgular. (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Psikoloji Anabilim Dalı, İstanbul.
Learn MoreÇocuklarda ‘Oyun Bağımlılığı’
Bilgisayar/Video oyunları, çocukların ve genç yaş grubunun zevk alarak tercih ettiği bir aktivite türü olarak kabul edilebilir. Son zamanlarda, pandemininde etkisi ile birlikte, çocuklarda oyun oynamaya karşı bir ‘bağımlılık’ ve ‘aşırılık’ söz konusu olmuştur. Oyun oynayan kişiler; kendilerini diğer sosyal iletişim biçimlerinden soyutlayabilir, zorlayıcı bir şekilde oynayabilir ve neredeyse tamamen oyun içi başarılara odaklanabilirler.
Oyun bağımlılığının önemli bir göstergesi, kişinin günlük aktivite ve normal rütinlerinin olumsuz etkilendiği noktaya kadar oyun oynamasıdır. Bazı çocuklar okula olan ilgilerini kaybedebilir, veya okula gitmeyi redderek zamanlarının çoğunu oyun oynayarak geçirmek isteyebilirler. Genç yaş grubunda video oyunu oynanamaması durumunda; okuldan kaçma, sinirlilik hali, ödev yapmama gibi bağımlı davranışsal belirtiler gözlemlenebilir.
‘Oyun Bağımlılığı’ resmi olarak psikolojik bozukluk olarak tanımlanmamıştır. Fakat, oyunlara karşı olan bağımlılık diğer birçok bağımlılık türüyle aynı psikolojik modeli izler. Beyinde bulunan ödül merkezi, zevkli bir deneyime yanıt olarak dopamin salgılar. Bazı video oyunlarının tasarlanma şekli nedeni ile oynayan kişiler heyecan ve uyarılma yaşar. Kişi aynı zevki tekrar aramak için güçlü bir dürtü geliştirir. ‘’Oyun oynayan kişilerin, yoğun dopamin salınımı nedeniyle bu oyunları oynamaktan çok zevk aldıkları öne sürülmüştür.’’ (Weinstein,2010,s. 270).
Oyun Bağımlılığı Olan Çocuklar için Nasıl bir Yol izlenebilir?
- Oyun oynamak için bir zaman sınırı belirleyin; Ebevyn olarak, çocuğunuzun oyun süresinin ne kadar süreceğini belirleyin. Örneğin, günlük oyun oynama oranı bir saattir. Bu süre bir defa veya gün içerisinde bölünerek kullanılabilir. Belirlenen limitleri aşmayın, oyun oynaması için fazladan toleransınız olmamasına özen gösterin.
- Çeşitliliği Azaltın; Çocuklar sadece bir değil birden fazla (oyun konsolu, bilgisayar, telefon vb) teknolojik aletle oyun oynayabilirler. Çocuklara oyun oynamak için kullanılan tek bir konsol seçmelerini önerin.
- Yüksek bağımlılık oyunlarından kaçının; Ebeveyn, bağımlılık riski yüksek olan oyun türlerini bilmeli ve bu gibi oyunları oynamasını engellemelidir. Bu tür oyunlar çocuklara ve hatta yetişkinlere bile zamanı unutturabilir.
- Ailece oynanabilecek bir oyun seçin; aile ile oyun oynama, çocuğun video oyunlarına karşı bağımlılık geliştirmesini engelleyebilir ve aile üyeleri arasındaki bağları da güçlendirebilir.
- Dinlenme ve fiziksel aktivite ile serpiştirin; Oyun oynadıktan sonra her saat çocuktan dinlenmesini ve yürüme, koşma, zıplama gibi fiziksel aktiviteler yapmasını isteyin.
- Oyunu oynamadan önce koşulları belirtin; Oyunu oynamadan önce koşullar belirleyin ve onları koruyun. Bu durum çocuğunun ‘öncelikler’ hakkında nasıl öğretileceğinin bir yoludur. Çocuk ‘öncelik’ ne ise oyundan önce onu yapmayı öğrenecek ve alışacaktır.
- Oyunlar dışındaki hobileri tespit edin ve destekleyin; Çocuğun hobilerinin neler olduğunu öğrenin ve onları geliştirerek destekleyin. Oyun konsolundan uzak bir çocuğun hobisini destekleyin. Yavaş yavaş, çocuk eskiden oynadığı oyundan uzaklaşmaya başlayacaktır.
- Gerçek dünyada sosyal hayatlarını açın; Çocuklarda oyun bağımlılığının sosyal bir hayat yaşayarak üstesinden gelinebilir. Onu evin yakınında veya okulda bulunan akranlarıyla oynamaya davet edin. Ancak burada oynamak video oyunu oynamak değildir.
Referanslar;
Weinstein, A. M. (2010). Computer and Video Game Addiction—A Comparison between Game Users and Non-Game Users. The American Journal of Drug and Alcohol Abuse, 36(5), 268–276. https://doi.org/10.3109/00952990.2010.491879
Zorbaz, S.D. , Ulas, O., Kizildag, S. (2015). Relation between Video Game Addiction and Interfamily Relationships on Primary School Students. Educational Sciences: Theory & Practice. https://doi.org/10.12738/estp.2015.2.2090
Rosyati, T., Purwanto, M. R., Gumelar, G., Yulianti, R. T., & Muhharrom, T. (2020). Effects of Games and How Parents Overcome Addiction to Children. Journal of Critical Reviews, 7(1), 2394-5152.
Learn MoreBENLİK KURGUSU
Bir kişiyle ne kadar çok ortak noktamız olsa da ondan farklılaşan bir noktamız mutlaka vardır. İnsanları birbirinden ayıran; bir şeyleri farklı algılaması ve farklı yorumlamasıdır. Bunun en temel sebeplerinden biri de kültürel farklılıklardır. Bu nedenle Markus ve Kitayama (1991) 2 farklı benlik kurgusu tanımlamıştır; bağımsız benlik kurgusu ve karşılıklı-bağımlı benlik kurgusu. Ayrıca birçok araştırmada benlik kurgusu bu iki ucu temsil ettiği düşünülerek Doğu-Batı kültürleri çerçevesinde ele alınmıştır. Doğu kültürünün daha çok karşılıklı-bağımlı benlik kurgusunu temsil ettiği, Batı kültürünün ise bağımsız benlik kurgusunu temsil ettiği iddia edilmektedir. Doğrudan bir genelleme yapmak doğru olmasa da kişileri bazı ortak noktalarına göre sınıflamak yanlış olmayacaktır.
Şimdi bağımsız benlik kurgusunun ve karşılıklı-bağımlı benlik kurgusunun ne olduğuna daha yakından bakalım;
Bağımsız benlik kurgusuna sahip olan kişi kendini diğer insanlardan ve kültürel bağlamdan uzaklaşmış olarak görmektedir. Kültür, insanların diğerlerinden bağımsız olmasını ve kişinin benzersizliğini keşfetmesini ister. Bu ortamda yetişen kişi genel olarak kendini bağımsız bir birey olarak görmekte ve davranışlarının arkasındaki motivasyonu arzuları, düşünceleri gibi kendi içsel niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Burada kişi kendisini gerçekleştirmeye yönelik adımlar atar ve kendisini diğerleriyle karşılaştırır.
Karşılıklı-bağımlı benlik kurgusuna sahip olan kişiler ise bunun tam tersidir. Bu noktada kültür, insanlar arasında karşılıklı bağımlılığı sürdürmek ister. Kişi kendini başkalarının bir parçası olarak görür. Kişinin davranışlarının arkasındaki motivasyon diğerlerinin içsel durumudur. Yani davranışlarını başkalarının düşünce ve eylemlerine atıfta bulunarak açıklar. Duruma ve başkalarına uyum sağlamak bu benlik kurgusunda oldukça önemlidir.
Belli bir kültürdeki mevcut durum, benlik kaygılarını oluşturma ya da hangi benlik kurgusunun daha baskın olacağını belirleme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle benliğin deneyimlenmesinde durumsal ipuçlarının önemi büyüktür (Triandis, 2001).
Peki hangi benlik kurgusuna sahip kişiler daha mutludur?
Bağımsız benlik kurgusuna sahip kişiler, karşılıklı-bağımlı benlik kurgusuna sahip kişilerle karşılaştırıldığında yaşam doyumu ve pozitif duygu durumu puanları anlamlı derecede daha yüksek çıkmıştır. Yani kişi başkalarından ya da bağlamdan uzak olduğunda kendini daha mutlu hissetmekte, başkalarıyla ilişki halinde olduğunda ise daha az mutlu hissetmektedir (Koydemir & Mısır, 2015).
Son olarak benlik kurgusunun ve materyalizmin gösterişçi tüketim üzerindeki etkisini araştıran oldukça orijinal bir çalışmada karşılıklı-bağımlı benlik kurgusuna sahip olan kişilerin kendi benliklerini çevresindeki kişilerine göre kurguladıkları için daha fazla gösterişçi tüketim eğiliminde olacağı ifade edilmiştir. Tam tersi şekilde bağımsız benlik kurgusuna sahip olan kişiler benlik kurgularını diğerlerinden bağımsız kurguladıkları için daha az gösterişçi tüketimde bulunacaklardır (Akın, 2021).
Referanslar
Akın, M. S. (2021). Benlik kurgusu ve materyalizmin gösterişçi tüketim eğilimine etkisi. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 22(1), 219-239.
Koydemir, S. & Mısır, S. (2015). Benlik kurguları ve mutluluk: Deneysel bir hazırlama çalışması. Turkish Psychological Counseling and Guidance Journal, 5(44), 49-60. https://dergipark.org.tr/tr/pub/tpdrd/issue/42746/515946
Markus, H. R. & Kitayama, S. (1991). Culture and the self: Implications for cognition, emotion, and motivation. Psychological Review. 98. 224-253.
Triandis, H. C. (2001). Individualism-collectivism and personality. Journal of Personality, 69, 907-924.
Learn More