Kendini Gerçekleştiren Kehanet
Pygmalion etkisi şeklinde de adlandırılabilen kendini gerçekleştiren kehanet kavramı, ilk başta herhangi bir gerçekliğe sahip olmayan bir durumun, beklentiler çerçevesinde oluşan düşüncelerle gerçekleşmesi olarak tanımlanabilmektedir (Reynolds, 2007). Başka bir ifadeyle kişi başlangıçta var olmayan bir duruma inanarak, fikirleri ve davranışlarıyla , farkında olmadan durumun var olmasını sağlar (Bilgin, 2003).
Kendini gerçekleştiren kehanet kavramı, 1948 yılında Robert Merton isimli bir sosyolog tarafından ortaya atılmıştır. Merton kendini gerçekleştiren kehaneti, herhangi bir durumun ya da şartların yanlış değerlendirmesine bağlı meydana gelen yeni davranış düzeni, yanlışın gerçekleşmesinde etkilidir şeklinde açıklamıştır (Merton, 1984). Günümüzde geçerliliği kabul edilen ve psikoloji literatüründe yer alan kendini gerçekleştiren kehanet kavramının kökenleri antik yunan mitolojisine dayanmaktadır. Kıbrıslı bir heykeltıraş olan Pygmalion, yaptığı heykelleri çok seven, onlarla konuşan ve insanlardan uzak duran biridir. Bir gün mükemmel bir kadın heykeli yapar ve ona Galetea adını verir. Heykel o kadar etkileyicidir ki Pygmalion, yapmış olduğu heykele aşık olur. Pygmalion heykeli canlıymış gibi düşünerek her şeyini Galetea ile paylaşır. Bir anlığına dahi olsa heykelin yanından ayrılmayan Pygmalion, cansız heykel tarafından aşkına karşılık bulamaz. Bu karşılıksız aşk karşısında günden güne eriyen Pygmalion’un durumuna üzülen, Aphrodite, Galetea’yı canlandırır. Pygmalion canlı kanlı karşısında duran heykelinin aşkına karşılık vermesine çok sevinir, insanlarla arasını düzeltir ve Galetea ile birlikte yaşarlar (Can, 2011). Pygmalion yapmış olduğu heykelin canlı olmasını o kadar istemiş ve bu duruma o kadar inanmıştır ki sonunda tanrıçalardan biri bu isteği yerine getirmiştir. Bir konu ya da başka birisi hakkında düşünülen düşünceler zamanla insanın zihninde beklenti oluşturur. Bu beklentilerin gerçeğe dönüşmesi için olağan dışı bir çaba sarf edilir. Zamanla ise örtük beklentiler sebebiyle gerçeğe dönüşürler. Davranış boyutunda ise, davranışa dönüşmesi beklenen inançlar, belli bir zaman sonra istendik davranışa dönüşmektedir (Çakır, 2021).
Kendini gerçekleştiren kehanet kavramı oldukça yaygın olarak işleyen bir sürece sahiptir. Aynı zamanda yargıların kalıplaşmasında ve kalıcı olmasında etkilidir. Örneğin belli bir grup içerisinde, grup üyelerinin nasıl davranmaları ve nasıl olmaları gerektiğine dair beklentilerimiz, bu süreci devreye sokmaktadır (Madran, 2012).
KAYNAKÇA
Bilgin, N. (2003). Sosyal psikoloji sözlüğü – kavramlar, yaklaşımlar. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Can, Ş. (2011). Klasik Yunan Mitolojisi. Ötüken Yayınları, İstanbul, s. 120-121.
Çakır, D. (2021). Kendini gerçekleştiren kehanet: Kırmızı Saçlı Kadın. MECMUA – Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, (6)12, 110-117.
Madran H., A., D., (2012). Temel beklenti etkisi: Kendini gerçekleştiren kehanet. Ayrımcılık: Çok boyutlu yaklaşımlar (ss. 29-41). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Merton, R. K., (1948) “The self-fulfilling prophecy”, Antioch Review, 8, s. 193-210
Reynolds, D. (2007). Restraining Golem and harnessing Pygmalion in the classroom: A laboratory study of managerial expectations and task design. Academy of Management Learning & Education, 6(4), 475–483.
Erişim Tarihi: 17.05.2022, https://tr.depositphotos.com/408739528/stock-illustration-pygmalion-galatea-living-statue-mythology.html
Learn MorePSİKOLOJİK İYİ OLUŞ: POZİTİF OLMA SANCISI
İnsanın kendini bilmesi ve kendini gerçekleştirmesi için çabalamasıyla psikolojik iyi oluş mümkündür (Berridge ve Kringelbach, 2011; Waterman,1993). Bu yaklaşıma göre iyi oluşun temelinde kişinin gerçek benliğiyle uyumlu yaşama yeteneği olduğunu varsayılmaktadır (Waterman, 1993). Bu bağlamda öz bilgi ve psikolojik iyi oluş birbiriyle yakından ilişkili görülmektedir.
Psikolojik iyi oluşun insanların yaşamlarına getirdiği olumlu katkılar bulunmaktadır. Bu katkılar arasında sağlıklı ve daha uzun yaşama, daha işlevsel sosyal ilişkilere sahip olma, işte ve performansta başarının artması, gelirde artma sayılabilmektedir. İnsanın daha sağlıklı ve uzun yaşamasına psikolojik iyi oluşun katkısı ilişkisel, deneysel ve yarı deneysel çalışmalarla incelenmiştir. Bu çalışmalarda psikolojik iyi oluşu yüksek olan bireylerin daha sağlıklı beslendikleri ve hipertansiyon, diyabet gibi hastalıklara daha az sahip oldukları görülmektedir. Ayrıca, psikolojik iyi oluşun sosyal ilişkilerde niceliği ve niteliği arttırdığı görülmektedir(Kermen, Tosun,Doğan, 2016).
Bana göre ise psikolojik iyi oluşu, ‘Kintsugi Felsefesine’ benzetebiliriz. Kintsugi, en genel tanımıyla kırılan eşyayı altın kullanarak yeniden birleştirme sanatıdır. Yani aslında kırılarak varlığı zedelenmiş, bütünselliği bozulmuş ve belki de kullanılamayacak hale gelmiş bir nesneyi sadece tamir etmekle kalmayarak, ona değer katmak ve daha kıymetli hale getirmektir. Psikolojik iyi oluşu yüksek insanlar da hayatındaki kırılan şeyleri onarmayı bilir ve onunla uyum sağlayarak yaşamaya devam eder.
Ayrıca psikolojik iyi oluş, durumlara ve kişilere iyimser (optimist) gözle bakma halidir. Bunu okuduğunuzda aklınıza Polyannacılık hali gelebilir ama kastettiğim bu değil elbette. Burada bahsettiğim iyimserlik, olayların kötülüğünü reddetmek değil; bu kötülüğü farkedip yine de kendi ruh sağlığınıza ve bedeninize zarar vermeye kalkmadan üzüntü, öfke duygusunu ve yasınızı yaşamanız gerektiğidir. Hayatın bize her zaman mutluluk getireceğini garanti edemeyiz. Bu zaten bizim kontrolümüzde de değildir. Size bir sır vereyim mi? Ben de bazen keşke kontrol edebilmek mümkün olsa diyorum. Ancak hayatın olağan akışındaki olumsuzluğu kontrol yerine bu olumsuzluklara karşı psikolojik iyi oluşumuzu güçlendirmek daha mümkün. Kısacası duygu ve düşüncelerimizi kontrol edebilir ve psikolojik iyi oluşumuzu iyileştirebiliriz. Eğer siz de kendi psikolojik iyi oluş halinizi yükseltmek istiyorsanız bir Uzman Psikologdan destek almanızı öneririm.
KAYNAKÇA:
Berridge, K. C. ve Kringelbach, M. L. (2011). Building a neuroscience of pleasure and well-being. Psychological Well Being, 1(1), 1–26.
Demirci, İ., Şar, A. (2017). Kendini Bilme ve Psikolojik İyi Oluş Arasındaki İlişkinin İncelenmesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt / Vol: 6, Sayı/Issue: 5, 2017 Sayfa: 2710-2728
Kermen, U., Tosun, N., Doğan, U. (2016). Yaşam Doyumu ve Psikolojik İyi Oluşun Yordayıcısı Olarak Sosyal Kaygı. Eğitim Kuram ve Uygulama Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, 01-29
Waterman, A. S. (1993). Two conceptions in happiness: Contrasts of personal expressiveness (eudiamonia) and hedonic enjoyment. Journal of Personality and Social Psychology, 64, 678–691.
ben-white-ReEqHw2GyeI-unsplash.jpg
alex-block-dqt_nCUrH5A-unsplash.jpg
Learn MoreEpilepsinin Psikolojik Etkileri Nelerdir?
“Sara hastalığı” olarak da bilinen epilepsi, geçmişten günümüze en sık rastlanılan nörolojik hastalıklardandır. Tekrarlayan, epileptik nöbetlerle kendini gösteren bu hastalık bireyin motor aktivitesinde, duyumunda, algısında, bilincinde, duygusunda ve davranışında bozulmalara sebep olmaktadır. Diğer bir ifade ile epilepsi; nöbetlerle ortaya çıkan, bireyi psikolojik ve sosyal yönlerden etkileyen beyin hastalığıdır (Karaca, Durna, 2018).
Epilepsi hastalarının yaşam kalitesindeki düşüşler, intihar düşünceleri ve psikososyal sorunlar epilepsisi olmayan hastalara oranla daha fazla görülmektedir. Psikososyal sorunlara baktığımızda karşımıza çıkan sorunlar şunlardır; sosyal adaptasyon ve sosyal izolasyon sorunları, iş bulmada zorluk, günlük rutin işlerde ve okul performanslarında düşüş, benlik saygısında azalma, cinsel sorunlar, sosyalleşmenin ve evliliklerin bozulmasıdır. Bu sorunların yaşanmasındaki en büyük etken ise hastaların nerede ve ne zaman nöbet geçireceklerini, bilinçlerini kaybedip kaybetmeyeceklerini ve nöbetlerinin kontrol altına alınıp alınmayacağını bilmemelerinin korkusudur (Görgülü, Fesci, 2011).
Psikososyal yöndeki sorunlara detaylı olarak bakar isek psikopatolojik durumların ortaya çıktığını görürüz. Bunlar ise; uyku bozukluğu, depresyon, panik atak, obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete, agresif bozukluk ve epizodik dis kontrol bozukluğu gibi tedavisi ve önlenmesi önem taşıyan psikopatolojik durumlardır. Epilepsi hastalarının sağlıklarını geri dönüşü olmamak üzere kaybettiklerini düşünmeleri, ölüm korkuları ve hastalığın kronikleşmesi akut ya da kronik stres yaşamalarına da sebep olmaktadır. Antiepileptik ilaçlardan dolayı kronik yan ektilerden de şikayet edilmektedir (Raguraman, Wadoo, 2006).
Epilepsi hastalarının, hastalıklarını gizlemelerine neden olan sorunlardan biri stigmadır. Stigma, toplumun yapmış olduğu ayrımcılık ve önyargılı tutumlarından kaynaklanan ve hastalıktan daha çok zarar veren bir durumdur. Bu nedenle psikososyal sorunların önlenmesi, hasta ve ailesine sosyal destek verilmesi önemlidir (Karaca, Durna, 2018). Ayrıca çocukları epilepsi tanısı almış ailelerde bu tanıyı kabullenme aşaması oldukça zordur ve ailede psikolojik stres oluşturur. Bu stres durumu ebeveynlerde birbirinden farklılık gösterebildiği için ilişkileri bozulabilir (Hills, 2007). Epilepsi, toplumca yanlış bilinen bir hastalık olduğundan ailelerin toplumdan uzaklaştığı ve hastalığı sakladığıda görülmektedir. Ebeveynin aşırı korumacı tutumu çocuk üzerinde güvensizlik oluşturur bu da nöbetlerden daha tehlikelidir (İpek, 2013).
Sonuç olarak, epilepsi hastalarının tedaviye uyum sağlamaları için ailelerin, nörologların ve ruh sağlığı çalışanlarının hastalarla birlikte iş birliği içinde olması gereklidir. Yaşanılan nöbet geçirme korkuları, psikososyal ve psikopatolojik sorunlar üzerinde çalışarak epilepsi hastalarının yaşam kalitesini arttırmaya odaklanılmalıdır. Bireylerin, ailelerin ve toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi ve farkındalık oluşturulması da öncelik verilmesi gereken konulardandır (Oto vs. ark, 2005).
Referans
Görgülü, Ü., Fesci, H. (2011). Epilepsi ile Yaşam: Epilepsinin Psikososyal Etkileri. Göztepe Tıp Dergisi, 26(1), 27-32.
Hills, M.D. (2007). The Psychological and Social İmpact of Epilepsy. Neurology Asia, 12(Supplement 1), 10-12.
İpek, M. (2013). Epilepsinin Psikososyal Yaşam Üzerine Etkisinin ‘Washington Psikososyal Nöbet Ölçeği ile Değerlendirilmesi. Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı. Denizli.
Karaca, A., Durna, Z. (2018). Epilepsi Hastasına Psikososyal Destek. Gümüşhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 7(1), 218-225.
Oto, R., Apak, İ., Arslan, S., Yavavlı, A., Altındağ, A., Karaca, E. E. (2004). Epilepsinin Psikososyal Etkileri. Klinik Psikiyatri, 7, 210-214.
Raguraman J, Wadoo O. (2006). Unravelling The Psychological Shadows of Epilepsy. JK- Practitioner, 13(4), 248-250.
Learn MoreSavaşın Asker Üzerindeki Psikolojik Etkisi – TSSB
Ülkeler arasındaki ilişkiler ulusal çıkarların korunması ile ilgilidir. Bu ilişkiler de diplomasi yoluyla sağlanır. Bu yolla çözülemeyen meselelerde ise askeri gücün kullanılması söz konusu olabilir ve savaş çıkabilir. Savaş genel bir tanımla bir devletin ya da devletler grubunun karşı taraftaki devlet ya da devletler grubuna karşı güç kullanarak diplomasi yoluyla çözülemeyen sorunları çözmesidir (Eslen, 2005).
Savaşın olumsuzluklarından sivillerin etkilendiği kadar savaşın içinde yer alıp doğrudan tanık olan askerler de etkilenmektedir. Özellikle aktif görevdeyken çatışma zamanlarında yaşananlar oldukça tehlikelidir. Sadece savaş anında da değil barış zamanlarında bile askerler birçok doğal afet yardımına veya diğer insani çabalara yardım etmek için birçok zorlu görevi yerine getirirler ve bu hizmetlerde de çeşitli stres faktörlerine maruz kalmaktadırlar. Askerler meslek hayatları boyunca çok çeşitli tehlikelere, zararlı maddelere ve yorucu fiziksel taleplerle karşı karşıya gelmektedirler. Tüm bunlar da askerlerde kronik fiziksel ve zihinsel sağlık problemlerine yol açmaktadır (Sadeh, Lusk & Marx, 2017).
Savaş stresi olarak da bilinen travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), şiddetli travma veya yaşamı tehdit eden bir olay yaşadıktan sonra ortaya çıkar. Savaş süresince yaşanan travmatik olayların türleri ve zamanlaması TSSB semptomlarının yaygınlığında önemli cinsiyet farklılıkları görülmektedir. Bu farklılıkların temelinde kadınların erkeklerden çok daha fazla cinsel travma bildirmeleri yatmaktadır. Buna ek olarak erkeklerin kadınlara göre daha fazla travmatik olaylara maruz kaldığı ve bunun temel sebebinin de hizmetteki ortalama sürenin erkeklerde kadınlara göre daha fazla olmasından kaynaklandığı bulunmuştur. Bildirilen en yüksek TSSB semptom puanlarının altında yatan faktörler incelendiğinde yaş, ırk, cinsiyet ve evlilik doyumu karşımıza çıkmaktadır. Daha genç askerler daha yaşlı olanlara göre, siyahlar beyazlara ve diğer azınlık gruplarına göre, kadınlar erkeklere göre ve mutsuz evlilikleri olan askerler mutlu evlilikleri olan askerlerden daha fazla TSSB semptomları bildirme eğilimindedir (Stretch, Knudson & Durand, 1998).
Semptomlar bir dizi fiziksel, davranışsal ve duygusal belirti içerdiğinden, savaş stresini tespit etmek zor olabilir. Bununla birlikte bazı önemli semptomlar vardır; sinirlilik ve öfke patlamaları, aşırı korku ve endişe, baş ağrısı ve yorgunluk, depresyon ve ilgisizlik, iştah kaybı, uyku sorunları ve davranış veya kişilikteki değişiklikler.
TSSB için manuelleştirilmiş, birinci basamak psikoterapiler, çeşitli travma türlerine sahip siviller ve askerler için kullanılmaktadır. Fakat bu terapilerin etkililiği sivil nüfusla kıyaslandığında daha düşük olarak gözlemlenmiştir. Bununla birlikte askeri topluluklar için TSSB psikoterapilerinin güçlendirilmesine vurgu yapılmaktadır (Straud, Siev, Messer & Zalta, 2019).
Kaynakça
Eslen, N. (2005). Tarih boyu savaş ve strateji (3. baskı). Truva Yayınları.
Sadeh, N., Lusk, J., & Marx, B. P. (2017). Military trauma. In S. N. Gold (Ed.), APA handbook of trauma psychology: Foundations in knowledge (pp. 133–144). American Psychological Association. https://doi.org/10.1037/0000019-008
Straud, C. L., Siev, J., Messer, S., & Zalta, A. K. (2019). Examining military population and trauma type as moderators of treatment outcome for first-line psychotherapies for PTSD: A meta-analysis. Journal of anxiety disorders, 67, 102133. https://doi.org/10.1016/j.janxdis.2019.102133
Stretch, R. H., Knudson, K. H., & Durand, D. (1998). Effects of premilitary and military trauma on the development of post-traumatic stress disorder symptoms in female and male active duty soldiers. Military medicine, 163(7), 466–470.
Learn MoreTravma Ve Limbik Sistem
Travma ve Limbik Sistem
Limbik Sistem Nedir?
‘Limbik Sistem’ terimi Paul Borca tarafından tanıtılmıştır. Günümüzde sistemin yapıları; hipotalamus, hipokampus, amigdala ve septal çekirdek içermektedir. Bu yapılar büyük ölçüde birbirlerine bağlıdır ve kendi örtüşen işlevleri vardır. Yapılar; hafızamızdan, duygularımızdan, duygusal öğrenmemizden ve davranışımızdan, ayrıca motivasyondan sorumludur.
Travma ve Limbik Sistem
Travmalar, özellikle çocukluk çağı, psikiyatrik durumlar için önemli bir risk faktörüdür. Yapılan araştırmalarda, travmanın etkilerine limbik sistemin aracılık ettiği varsayılmaktadır. Bunun yanı sıra, limbik sistemi oluşturan yapıların işlevini yitirmesi veya bir travmaya bağlı olarak zarar görmesi sonucunda, kişinin yaşamını ciddi anlamda etkileyebilecek rahatsızlıklar meydana gelebilir.
Limbik sistem içerisinde yer alan ‘amigdala’; hafıza, duygu, tehdit algısı ve korku öğrenmede önemli rol oynar. Gelen bir uyaranın bir tehdit oluşturup oluşturmadığının ilk yorumunu yapar ve duyusal uyaranları hormonal ve duygusal sinyallere dönüştürerek duygusal tepkileri başlatır. ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’ (TSSB) kriterlerini karşılayan olgularda travmayla ilişkili herhangi bir duyusal uyaranda amigdala duyarlılığının arttığı gözlemlenmiştir.
Buna ek olarak, yapılan başka bir araştırmada, TSSB ye sahip olan kişilerde, travmalar hatırlandığı zaman, sağ amigdala aktivasyonu, zararsız bir uyaranın bir tehdit olarak yanlış yorumlamasına neden olabilir. Bu durum uygun olmayan dövüş/kaç/donma tepkilerini hızlandırdığını öne sürülmüştür. Bunun sonucu olarak; sistemin küçük tahrişlerden kalıplaşmış, bütüncül bir şekilde tepki vermesine neden olarak deneyimden öğrenmeyi engelleyebilir.
‘Hipokampus’, limbik sistemin içerisinde yer alan bir diğer yapıdır. Bellek ve öğrenme için önemli bir yapı olan hipokampüs, düzgün çalışmaması veya travmalara bağlı darbelere maruz kalması, kısa süreli hafızanın zedelenmesine neden olabilir. Bu durum eski anıların ve uzun süre önce öğrenilmiş şeylerin hafızada tutulmasına rağmen kısa süre önce yaşanan şeylerin hafızada tutulamamasına yol açabilir. Uzun süre strese maruz kalma durumunun hipokampuse zarar verdiği açıklanmıştır. Erken istismar ve ihmalin hipokampusun olgunlaşmasını önemli ölçüde etkilediğine dair kanıtlar sunulmuştur. Bu da bu tür travmatik geçmişleri olan çocukları tehlike ve tehdit yönünde duyusal girdileri yanlış yorumlaya karşı savunmasız hale getirebilir.
Travmanın limbik sistemle ilişkisi sadece yukarıda açıklamış olduğum amigdala ve hipokampüsle değil, diğer yapılarla da alakası olduğu farklı makalelerde incelenmiş ve açıklanmıştır.
Referanslar
Usta, B. Ş. (2022, March 28). Limbik Sistem. Medicana Hastaneler Grubu. https:// www.medicana.com.tr/saglik-rehberi-detay/15395/limbik-sistem
Gul,I. G., Eryılmaz, G. (2015). Travma Sonrası Stres Bozukluğunun Nörobiyolojisi: Bir Gözden Geçirme. Klinik Psikiyatri, 18:71-79.
de Souza Queiroz, J., Etain, B., Boisgontier, J., Poupon, C., Duclap, D., D´Albis, M., Daban, C., Handami, N., Cabon, C., Delavest, M., Bellivier, F., Leboyer, M., Chantal, H., & Houenou, J. (2015). The Effects of Childhood Trauma On Limbic Structure and Connectivity: a Multimodal MRI Study in Healthy Subjects. European Psychiatry, 30, 77. https://doi.org/10.1016/s0924-9338(15)30066-3
Chow, Y., Masiak, J., Mikołajewska, E., Mikołajewski, D., Wójcik, G. M., Wallace, B., Eugene, A., & Olajossy, M. (2018). Limbic brain structures and burnout—A systematic review. Advances in Medical Sciences, 63(1), 192–198. https://doi.org/10.1016/j.advms.2017.11.004
Van der Kolk, B. A. (2003). The neurobiology of childhood trauma and abuse. Child and Adolescent Psychiatric Clinics of North America, 12(2), 293–317. https://doi.org/10.1016/ s1056-4993(03)00003-8
Learn MoreSEYİRCİ ETKİSİ
Sende Bir Seyirci Misin?
1964 yılında Kitty Genovese gece işten eve gelirken W. Moseley tarafından halka açık ortamda bıçaklanacak öldürüldü. Bu saldırıya tanıklık eden 37 kişi vardı, ancak başkaları müdahale eder düşüncesi ile yardım eden olmadı. ‘Seyirci Etkisi’ terimi, bu olay üzerine sosyal psikolojide yerini aldı.
Seyirci Etkisi Nedir?
Seyirci etkisi, insanların acil durumlarda, özellikle diğer insanlarla aynı ortamda bulunulduğunda, ihtiyaç duyulan yardımı sağlayamadığı bir fenomendir. Kritik bir durumda pasif seyirciler bulunduğunda, bireyin yardım etme olasılığı azalır. Hem teorik hem de pratik anlamda, seyirci etkisi, yardım etme davranışını anlamamızda giderek daha önemli bir rol oynamıştır.
Latane ve Darley (1970) seyirci etkisini daha iyi anlamamız için beş aşamalı bir psikolojik süreç modelini öne sürmüştür. Bir seyirci herhangi bir acil duruma müdahale etmeden önce bu beş aşamalı bir karar verme sürecinden geçer.
Müdahalenin gerçekleşmesi için, seyirci olan kişinin;
- Kritik bir durumu fark etmesi
- Durumu acil bir durum olarak yorumlaması
- Bir kişisel sorumluluk duygusu geliştirmesi
- Gerekli yetkiye sahip olduğuna inanması
- Yardımcı olmak için bilinçli bir karar varması gerekmektedir.
Beş aşamalı psikolojik sürece ek olarak, Latane ve Darley (1970), bu dizinin tamamlanmasına müdahale edebilecek üç farklı psikolojik süreç tanımlar;
- Sorumluluğun Dağılması: Bir olaya tanıklık eden insan sayısı ne kadar çok olursa, bir birey yardım etmek için o kadar az kişisel bir sorumluluk hisseder. Kişi, bu kadar çok insan tanıklık ederken, yardımın zaten yolda olduğunu veya başka birinin yardım çağırdığını varsayabilir ve bu sebeple yardım etmeyebilir.
- Değerlendirme Kaygısı: kişi, hareket ederken başkalarının tarafından yargılanma korkusu yaşayabilir. Bireyler gözlemlendiklerini hissettiklerinde hata yapmaktan veya yetersiz davranmaktan korkabilirler, bu da onların kritik durumlara müdahale etme konusunda daha isteksiz hale getirebilir.
- Çoğulcu Cehalet: Son süreç, belirsiz bir durumu tanımlarken başkalarının açık tepkilerine güvenme eğiliminden kaynaklanan çoğulcu cehalettir. İnsanların acil bir durumu değerlendirmek için başkalarına baktığı fikrini yansıtır. Eğer etrafta bulunan insanlar sadece duruyor ve sakin görünüyorlarsa, olası yardımcılar durumun belki de gerçektem acil bir durum olmadığı sonucuna varabilirler. Bir havalandırmadan çıkan duman, yanan bir yangını değil, sadece sisli bir havalandırmayı gösterebilir.
Yazar: Psikolog Şeyma Soyal
Referanslar;
. Ruhl , C. (2021, April 20). Kitty Genovese. Simply Psychology. www.simplypsychology.org/Kitty- Genovese.html
. Fischer, P., Krueger, J. I., Greitemeyer, T., Vogrincic, C., Kastenmüller, A., Frey, D., Heene, M., Wicher, M., & Kainbacher, M. (2011). The bystander-effect: A meta-analytic review on bystander intervention in dangerous and non-dangerous emergencies. Psychological Bulletin, 137(4), 517–
537. https://doi.org/10.1037/a0023304
. Garcia, S. M., Weaver, K., Moskowitz, G. B., & Darley, J. M. (2002). Crowded minds: The implicit bystander effect. Journal of Personality and Social Psychology, 83(4), 843–853. https://doi.org/ 10.1037/0022-3514.83.4.843
. VandenBos, Gary R. 2007. APA dictionary of psychology. Washington, DC: American Psychological Association.
Learn MoreNehir Başında Ölüm: Narsistik Kişilik Bozukluğu
Kişilik, bireyin kedine has olan tavırları, hisleri ve fikirleri şeklinde tanımlanabilmektedir (Özçetin, Maraş, Ataoğlu ve İçmeli, 2008). Bölünmez ve değişmez olan, alışılagelmiş bu örüntünden sapma ise kişilik bozukluğu olarak adlandırılmaktadır (Karaaziz ve Erdem Atak, 2013). Amerikan Psikiyatri Birliği (2013), tarafından hazırlanan Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayısal El Kitabı’nda (DSM) kişilik bozukları kendi içerisinde üç gruba ayrılarak tanımlanmıştır. Bu yazıda B kümesinde bulunan özsever (narsisistik) kişilik bozukluğundan bahsedilecektir.
Narsisizm günlük kullanımda yer edinmiş, anlamını bilen ya da bilmeyen insanlarca kullanılan bir kelimedir. İnsanlar konuşmaları sırasında narsisizm kelimesini burnu havada, kendini beğenmiş kişileri tanımlamak için kullanılır (Bolat, Ülker ve Demir, 2016). Kendine hayranlık, bağlılık ve birçok özelliği barındıran narsisizm kavramı, Yunan mitolojisindeki bir efsaneden ilham alınarak isimlendirilmiştir. Efsaneye göre, tanrıların dünya üzerinde olduğu zamanlarda, Echo adındaki bir peri, Narcissus adında bir avcıyı görür ve aşık olur fakat Narcissus, Echo’nun aşkını karşılık vermez. Echo, bu karşılıksız aşka dayanamaz, günden günde yok olur ve ölür, geriye sadece günümüzde ‘’eko’’ olarak ifade edilen sesi kalır. Bu duruma çok kızan tanrılar Narcissus’u cezalandırır. Bir gün avlanmaya giden Narcissus, su içmek için gittiği nehir kenarında kendi yansımasını görerek, aşık olur. Nehre yansıyan görüntüyü kaybetmemek için nehir başında günlerce kendisine bakar. Nehrin başında yavaş yavaş erir ve orada kendine duyduğu hayranlıkla ölür (akt. Selvi, 2018). Bu efsaneden etkilenerek, narsisizm kavramının psikoloji literatürüne girmesini sağlayan psikanalatik kuramcı Ellis, narsisizmi bireyin cinsel dürtülerini kendi varlığına yönelterek, kendisine hayranlık duyması olarak tanımlamıştır (akt. Karaaziz ve Erdem Atak, 2013).
Yapılan çalışmalara bağlı olarak, Freud’un narsisizmin her insanda bulunması gereken bir özellik olduğunu belirtmesine benzer birçok veriye ulaşılmıştır (Bolat, Ülker ve Demir, 2016). Rozenblatt (2002) bu verilere dayanarak narsisizmi normal ve anormal olmak üzere ikiye ayırmıştır. Normal narsisizm, yaşamın içerisindeki gücü oluşturandır. Kişinin kendisiyle, etrafındaki kişilerle olan ahengi ve etrafındaki bireylerin kendisinden beklediklerini yerine getirebileceğine olan inanç ve duygularını içermektedir (Rozenblatt, 2002). Patolojik narsisizmde ise kişi kendine güvenen bir imaj sergiler. Her ne kadar başkalarının kendileri hakkındaki fikirlerini, önemsemez gibi görülse de aslında başkalarının düşünceleriyle, içsel doyuma ulaşmaya çalışırlar (Karaaziz ve Erdem Atak, 2013). Normal narsisizm ve patolojik narsisizmi ayıran en temel nokta budur. Patolojik narsisizme sahip bireyler olumsuz benlik algılarını, kendileriyle ilgili hoşlarına gitmeyen herhangi bir şeyi, diğer insanlara yansıtarak, kendilerini rahatlatmaktadırlar. Kendilerini korumak için savunma mekanizması geliştirerek bu şekilde bir kişilik örüntüsünü var etmiş gibidirler (Rozenblatt, 2002). Kendilerini tehlike altında hissettikleri durumlarda ise saldırgan davranışlar sergileyerek kendi zayıf özelliklerini örtbas ederler (Kernberg, 1975).
Narsistik Kişilik Bozukluğu ise; bireyin, kendisinin eşi benzeri bulunmaz ve çok değerli olduğuna dair inançlarını içeren, hoşa gitmek ve eş duyum yapamamakla giden bir kişilik yapılanmasıdır (Ozan, Kırpınar, Aydın, Fidan ve Oral, 2008). Yapılan araştırmalar göz önüne alındığında; narsistik özellikleri olan bireylerin, kişilerarası ilişkilerinde karşısında bulunan kişiyi kendi istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda kullandığı, kendilerini oldukça önemli ve değerli buldukları için çevresindeki insanların da kendisini oldukça önemli ve değerli bulmasını istedikleri sonucuna ulaşılmıştır (Karaaziz ve Erdem Atak, 2013).
Kişilik bozuklukları göz önüne alındığında genellikle uzun süreli bir tedavinin gerçekleşeceği bilinmektedir. Tedavi genellikle ilaç, psikoterapi ve gerekli görüldüğü durumlarda kliniğe yatışların olmasıyla gerçekleştirilir (Eren, 2010).
Yazar:
Psikolog Fulya Toy
Referanslar:
1. Amerikan Psikiyatri Birliği. (2013). Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayısal El Kitabı, Beşinci Baskı (DSM – V). (E. Köroğlu, çev.) Ankara: Hekimler Yayın Birliği.
2. Bolat, Y., Ülker, M. ve Demir, C. G. (2016). Kavramsal açıdan narsisizm ve eğitimde narsistik kişilik. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(46), 482-492.
3. Eren, N. (2010). Kişilik bozuklukları ve hemşirelik girişimleri – bölüm 1. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 1(1), 33-38.
4. Karaaziz, M. ve Erdem Atak, İ. (2013). Narsisizm ve narsisizmle ilgili araştırmalar üzerine bir gözden geçirme. Nesne Psikoloji Dergisi, 1(2), 44-59.
5. Kernberg, O. (1975). Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm. (M. Atakay, çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
6. Ozan, E., Kırpınar, İ., Aydın, N., Fidan, T. ve Oral, M. (2008). Narsisistik kişilik bozukluğu: gelişim süreçleri ve yaşamı. RCHP, 2(1-2). 25-37.
7. Özçetin, A., Maraş, A., Ataoğlu, A. ve İçmeli, C. (2008). Deprem sonrası gelişen travma sonrası stres bozukluğu ile kişilik bozuklukları arasındaki ilişki. Düzce Tıp Fakültesi Dergisi, 10(2), 8-18.
8. Rozenblatt, S. (2002). In defence of self: the relationship of self – esteem and narcissism to aggressive behavior. (Yayınlanmamış Doktara Tezi). Long Island University, USA.
9. Selvi, K. (2018). Narsistik kişilik bozukluğunun, Adler’in aşağılık ve üstünlük kompleksleri açısından analizi: bir olgu çalışması. Ayna Klinik Psikoloji Dergisi, 5(1), 1-20.
10. Erişim Tarihi: 08.05.2022, https://www.freepik.com/free-vector/hand-drawn-flat-design-greek-mythology-illustration_25696212.htm#query=narcissus%20mythology&position=0&from_view=search
Learn MorePeter Pan Sendromu
Büyüme; boy uzaması, kilo alıp verme ve organlarda olan hacimsel değişimleri içerirken, gelişme; konuşma, yürüme gibi davranışları için gerekli olan fonksiyonellik ile ilgilidir. Kısacası vücut üzerinde ortaya çıkan değişimler büyüme, zihinsel anlamdaki ilerlemeler ise gelişme olarak ifade edilebilir. Yaşam boyu gelişim bazı dönemler çerçevesinde incelenmektedir. Bunlardan biri de ergenlik dönemidir (Santrock, 2017). Ergenlik dönemi ve genç yetişkinlik dönemi incelendiğinde bu iki dönem arasında kalan, başka bir gelişim evresi daha olduğu düşünülmüş ve bu evreye ‘’beliren yetişkinlik dönemi’’ adı verilmiştir (Arnett, 2004). Beliren yetişkinlik döneminde, fiziksel ve biyolojik açıdan büyüme gerçekleşirken bireyin sorumluluk almada güçlükler yaşadığı ve toplum tarafından atfedilen rolleri üzerine almaya hazır olmadığı belirtilmiştir. Belirtilen bu özellikler büyüme korkusu başlığı altında incelenmeye başlamış ve 18-25 yaş aralığında bulunan bireylerde görüldüğü sonucuna ulaşılmıştır fakat bu yaş kısıtlamasının kimi zaman 30’lu yaşların sonu 40’lı yaşların başına kadar sürdüğü görülmüştür. 30’lu yaşların sonlarında dahi kişi kendini yetişkin bir insan olarak görme düşüncesinden kaçındığı belirtilmiştir (Arnett, 2000). Arnett’in büyüme korkusu olarak tanımladığı bu kavramı Kiley (1997) Peter Pan Sendromu olarak adlandırmıştır. Psikanalist Dr. Dan Kiley, Peter Pan Sendromu tanımlamasını yaparken, James M. Barrie tarafından yazılan 1904’te sahnelenen ve 1911 yılında romanlaştırılan eserinden esinlenmiştir. Kitabında kendinden parçalar bulunduran Barrie’nin gençlik döneminde yaşadığı kimlik bunalımını, Peter Pan isimli karakterine aktardığı gözlemlenmiştir. Peter Pan karakteri büyümekten kaçınan ve Varolmayan Ülke isminde, yetişkinlerin bulunmadığı bir yerde saklanmaktadır. Kitabın ilk cümlesinde, bütün çocukların büyüyeceklerini bildiklerini ve büyüyeceklerini ifade eden yazar, bu cümlenin başına ‘’biri dışında, her çocuk’’ cümlesini ekleyerek Peter Pan’ın büyümeyeceğini belirtmiştir (Barrie, 2007). Kiley (1997) yapmış olduğu psikanalitik çözümlemeler kapsamında Peter Pan’ın sonu olmayan bir gençliği ve bitmemek üzere devam eden çocukluğu temsil ettiğini ifade etmiştir.
30’lu yaşların ardından da devam ettiği görülen bu korkunun, dışarıdan bakıldığında yetişkin olarak görünen çocuklar yarattığı gözlemlenmiştir. Büyümeyen bu yetişkinlerin psikolojik olarak tehlikeli bir durumdadır. Peter Pan sendromunu herhangi bir bozukluk kategorisinde değerlendirilemese dahi psikolojik bir olgu olarak kabul edilmektedir ve sosyal açıdan birçok belirtiye sahip olduğu bilinmektedir. Bunlardan bazıları; sorumsuzluk, tedirgin olma, yalnızlık, rol çatışmaları, narsisizm, şovenizm ve sosyal alandaki krizler olarak sıralanabilir (Kiley, 1997). Peter Pan Sendromunun genellikle erkeklerde görüldüğü düşünülse dahi bunu destekleyen herhangi bir araştırmaya rastlanılmaması ve günümüzde kadınlarda da bu tarz büyümek istememe davranışına rastlanılıyor olması cinsiyetler arasında farklılaşma olmamasını destekler niteliktedir (Karataş, 2019).
Kiley (1997) ve Arnett (2000) gibi benzer olgular için farklı dönemlerde benzer tanılamalar yapmış olan araştırmacılardan biri de Twenge (2018)’dir. Twenge (2018), yapmış olduğu çalışmada 1995-2012 doğumlu kişilerden oluşan ve ‘’i-nesli’’ şeklinde tanımladığı grubunda büyümeyi yavaşlatmakla ilgili ya da daha yavaş büyümekle ilgili davranışların dikkat çektiğini belirtmiştir. İ – neslinin flört etme, cinsel ilişkiye girme, herhangi bir yerde çalışmaya başlama, alkol alma, ebeveynleri yanında olmadan dışarı çıkma gibi davranışlarının önceki nesillere oranla daha az olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Büyüme korkusu psikolojik bir kavram olarak tanımlansa dahi, henüz Dünya Sağlık Örgütü’nce psikolojik bir rahatsızlık olarak değerlendirilmemiştir. Herhangi bir psikolojik etmen sonucu ortaya çıktığı ile ilgili bulgular bulunmamış olsa dahi birçok psikolojik belirtinin büyüme korkusuna eşlik ettiği belirtilmiştir. Bunlar; depresyon, anksiyete, olumsuz benlik algısı, bedensel belirti bozukluğu ve hostilite olarak değerlendirilebilmektedir (Ateş ve Özden Yıldırım, 2020).
KAYNAKÇA
Arnett, J., J. (2000). Emerging adulthood: A theory of development from the late teens through the twenties. American Psychologist, 55(5), 469-480.
Arnett, J., J. (2004). Emerging adulthood: The winding road from the late teens through the twenties. New York: Oxford University Press.
Ateş, N. ve Özden Yıldırım, M., S. (2020). Büyüme korkusu ile psikolojik belirtiler arasındaki ilişkinin incelenmesi. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(1), 402-410.
Barrie, J., M. (2017). Peter Pan. (E. Dinçer, Çev.) İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Karataş, E., A. (2019). Peter Pan Sendromu: bugünün gençleri ve yetişkinlikten kaçış. Medeniyet Eğitim Araştırmaları Dergisi, 3(2), 117-129.
Kiley, D. (1997), Peter Pan Sendromu: Hiç büyümeyen erkekler. (S. Kunt Çev.) Ankara: HYB Yayıncılık.
Santrock, J., W. (2017). Yaşam boyu gelişim – Gelişim psikolojisi. (G. Yüksel Çev.) Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
Learn MoreAZINLIK ETKİSİ
Azınlık etkisi, Moscovici’nin de öncülüğünü yaptığı çalışmalarla birlikte sosyal etki konusunda dikkat çeken alt başlıklardandır. Azınlık etkisi; grupta diğerlerine kıyasla azınlık olan kişilerin, çoğunluğun davranış, düşünce ve inançlarını değiştirmesi ya da onları etkilemesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Azınlık etkisini ortaya çıkaran faktörleri birkaç başlık altında toplayacak olursak;
- Azınlığı oluşturan kişi sayısı: Kişi sayısı arttıkça azınlığın etkisi de artar.
- Azınlığın kendi inanına olan güveni: Kendi bakış açısına inanan azınlıkların çoğunluk üzerinde daha büyük bir etkisi vardır
- Azınlığın çoğunlukla ortak zemini paylaşması: Bir azınlığın çoğunluk ile ne kadar ortak noktası varsa, diğerleri üzerindeki etkisi de o kadar büyük olur. Böyle olmasının nedeni çoğunluğun azınlıkların bakış açısıyla ilişki kurmayı daha kolay bulması olabilir.
- Azınlığın ilkelere göre hareket etmesi: Bir azınlığın ahlak ve ilkelere göre hareket ettiği görülüyorsa etkisi artar, bunun nedeni sağlam inançların olması daha haklı ve ahlaki olarak doğru görünmesi olabilir.
- Fedakarlık: Kişisel fedakarlıklar yaptıkları görülürse azınlığın etkisi daha fazla olur. Bunun nedeni azınlığın haklılıklarını göstermek için bu kadar aşırıya gitmeye istekli olması, azınlık bakış açısının doğru olabileceği yönünde ikna edici olabilir.
Çoğunluğun görüşü genel olarak daha yaygın olarak kabul ediliyor olsa da yukarıda bahsedilen koşulların tamamı ya da bir kısmı sağlandığında azınlığın görüşü, çoğunluğu kendi görüşleri hakkında yeniden düşünmeye itecektir. Bu yeniden düşünme durumu hem daha iyi hem de daha yaratıcı kararlar alınmasını sağlayacaktır (Myers, 2021). Azınlıklar, alternatif ve özgün fikirler önererek toplum için genellikle bir yenilik ve sosyal değişim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yerleşik toplumsal algılara alternatif önermeler öne sürerek toplumsal çatışma yaratırlar. Bu nedenle de azınlıkların genellikle sosyal normları sorgulayan sayısal olarak küçük gruplar olduklarını söyleyebiliriz (Gardikiotis, 2011).
Azınlık etkisi arttıkça ve nüfusun daha fazlası azınlık inancına uymaya başladıkça artık çoğunluk inancı haline gelebilir. Bu süreç hızlanıp daha fazla insanın daha kısa sürede azınlık inancına inanmasını sağlayabilir. Buna Kartopu etkisi denir.
Son olarak çoğunluk, azınlık grubundaki kişilerin kendileri hakkında ne düşündüğüyle genellikle ilgilenmemektedir. Bu nedenle de azınlık etkisinin nadiren normatif sosyal etkiye dayandığını söyleyebiliriz. Azınlık etkisi genellikle enformasyonel sosyal etkiye dayanmaktadır. Bu yolla çoğunluğa yeni fikirler kazandırır ve onların görüşlerini yeniden gözden geçirmelerine yol açan yeni bilgiler sağlar. Bu bağlamda, azınlık etkisinin özel kabulü yani içselleştirmeyi içermekte olduğunu söyleyebiliriz (McLeod, 2018).
Referanslar
Gardikiotis, A. (2011). Minority influence. Social and Personality Psychology Compass, 5, 679-693. https://doi.org/10.1111/j.1751-9004.2011.00377.x
McLeod, S. A. (2018, Febuary 05). Moscovici and minority influence. Simply Psychology. www.simplypsychology.org/minority-influence.html
Myers, D. G. (1983). Social psychology. New York: McGraw Hill.
Learn MoreMÜZİK VE RUHSAL İYİLEŞME
Müzik, insanlık tarihi boyunca bizi ruhen ve bedenen rahatlatan, hastalıkların iyileşmesinde önemli rolü olan bir sanattır. Özellikle psikoloji tarihinde müziğin, bazı hastalıklarda iyileştirici sakinleştirici amacıyla kullanıldığına dair örneklere rastlayabiliriz.
Müzik, duygu ve düşünceleri yansıtan en güçlü sanat türüdür (Öztürk 2003). Müzik, insan yaşamının her evresinde yer alan bir olgu olup karakter gelişimini etkileyen güçlü bir kaynaktır. İntrauterin dönemden itibaren kurulmaya başlayan insan-müzik ilişkisi, doğumdan sonra gittikçe çeşitlenip zenginleşir, güçlenip gelişir insanın yaşamı boyunca sürer (Çocuk ve müzik 2006; Jonsdottir 2005; Kisilevsky ve ark. 2004). Müziğin nörobiyolojik etkinliğinin araştırılmasında müzik ile beyin arasındaki ilişki esas alınır. Müzik ilk önce beyin sapında değerlendirilir ve analizi yapılır.
Dikkat çeken bir bulgu ise, son yıllardaki çalışmalar müziğin yeni doğanda beyin gelişimini etkilediği bildirilmiştir. Bir bebeğin, daha anne karnında iken annenin kalp atışlarından etkilendiği, doğumdan sonra bu bildik sesi ve ritmi yeniden bulmanın kendisi üzerinde rahatlatıcı bir etki yaptığı bilinmektedir. Yapılan deneylerde, teybe alınmış uterus sesi dinletilen odada yatan yeni doğmuş bebeklerin, hiç ses verilmeyen odadaki bebeklerden daha erken uykuya daldıkları gözlenmiştir. Bu durum, yeni doğanların müziğe daha doğmadan önce belirli bir duyarlılık kazanmaya başladığının bir göstergesi olarak kabul edilir (Jonsdottir 2005). Müziğin letarjik ve içine kapanık bebeği uyandırma potansiyeli vardır. Ağlayan, huzursuz bebeği etkili bir şekilde sakinleştirir, doğal uyku tetikleyicisi olarak görev alır.
Amerikan Müzik Terapi Birliği’nin 1997’de yaptığı tanımlamaya göre Müzik Terapi; bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır (Yılmaz 2005). Müzik terapi, gelişmiş ülkelerde gündemde olan bir tedavi biçimidir. Müzik terapi yoğun bakımda, cerrahi operasyonlarda, psikiyatri, onkoloji, kadın doğum, pediatri ünitelerinde, koroner bakımda, radyasyon, kemoterapi tedavisinde, rahatsızlık, ağrı ve anksiyete gibi semptom tedavilerinde,ruhsal iyileşmede kullanılmaktadır(İmseytoğlu ve Yıldız,2012).Yapılan araştırmalar müzik terapinin yoğun bakım hastalarının ağrı şiddetinin ve anksiyete düzeyinin azalmasında etkili bir yöntem olduğunu ortaya koymaktadır(Karamızrak, 2013). Ayrıca, müzik terapi Alzheimer hastaları için de alternatif bir tedavi yöntemi olabilir. Alzheimer hastalığının özellikle ikinci evresinde öfke ve saldırganlık görülmeye başlar. Bu dönemde müziğin sakinleştirici etkisinden faydalanmakta yarar vardır(Lök, 2016).
Sonuçta siz de anksiyete, depresyon gibi ruhsal rahatsızlıklarda ve bedensel hastalıklarınızda müzik terapi seçeneğini gözden geçirip bir Uzman Psikolog ile bu terapi yöntemine başvurabilirsiniz.
KAYNAKÇA:
Çocuk ve müzik (2006). Bethoven Klasik Müzik Sitesi, http:// www.bethovenlives.net/index.asp?ID=1403 (12.01.06)
İmseytoğlu, D. & Yıldız, S. (2012). YENİDOĞAN YOĞUN BAKIM ÜNİTELERİNDE MÜZİK TERAPİ . Florence Nightingale Hemşirelik Dergisi , 20 (2) , 160-165 .
Karamızrak, N. (2013). Ses ve Müziğin Organları İyileştirici Etkisi . Koşuyolu Kalp Dergisi , 17 (1) , 54-57 . DOI: 10.4274/khj.4775
Kisilevsky, B. S., Hains, S. M. J., Jacquet A.Y., Granier-Deferre, C., Lecanuet, J. P. (2004). Maturation of fetal responses to music. Developmental Science, 7(5): 550-559.
Lök N. , (2016). Bademli K. Alzheimer Hastalarında Müzik Terapinin Etkinliği: Sistematik Derleme. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar. 8(3): 266-274.
Öztürk, S. (2003). Uygarlıklar boyu müzik. Anadolu Gençlik, 45, http://www.anadolugenclik.com.tr/ekim03/muzik/1.htm (28.01.06)
Jonsdottir, V. (2005). Musical development in infancy the importance of early music stimulation, http://www.hisf.no/sts/Musikkterapi/hovudfag/semh01 jonsdottir.html (18.12.2005).
Yılmaz, M. (2005). Damardan klasik müzik. Aksiyon, 546, http:// www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=11590 (24.05.2005).
Learn More